Annemin geçen hafta el bileği kırıldı. Sadece blogda değil, sosyal medyada da daha önce annemin geçirdiği kazaları ve kronik hastalıkları bir kaç kez yazmıştım. Konuya vakıf olmayanlar için kısa bir özet geçeyim.
Annemin hobileri arasında müzik, bahçecilik/çiçekçilik, bulmaca çözmek ve düşmek vardır. Gerçekten! Annem normal sayılamayacak bir sıklıkta düşer. Biz ailesi ve sevenleri olarak, annemin bunu hobi olarak yaptığına artık eminiz. Annem düştüğünde hiç şaşırmıyoruz.
Annem düşmeyi bir sanata çevirmiştir ayrıca. Düşülmeyecek yerlerden, düşülmeyecek şekillerde, ölüme uçarcasına düşer. Hayatıma ilişkin ilk anım, balkonda ablamla oynarken annemin kanlar içerisinde yanımıza gelip "Kafama bir şey olmuş mu?" diye sormasıdır örneğin. Ya da geçen sefer kafasını yararak düştüğünde "Ben bu sefer bayılıyorum galiba, beni oyala da bayılmayayım" diyecek kadar da soğuk kanlıdır ayrıca.
Başkaları için korku dolu olabilecek şeyleri annem bize eğlence amaçlı yaşatıyor gibidir. Örneğin br keresinde, karşıdan karşıya geçerken kaldırıma takılıp düşmüştü. (Evet kaldırıma takılıp düşebilir benim annem). Sonra da kaldırımın sonundaki apartman parmaklıklarına çarparak durabilmişti. Parmaklıklara çarpmasaydı yaklaşık 7-8 metre aşağıya, beton zemine kafa üstü çakılabilirdi. Ama annem kalkıp işine devam etti. Sonuç: Kaburga kırığı.
Dedim ya, artık şaşırmıyoruz diye... Sondan bir önceki düşmesi de mesela oturduğu yataktan düşme şeklindeydi! Hem de burnunun üstüne gelecek şekilde! Ve de bu düşme sonrası burnunun şekli değişti! Bunu da hiç birimiz yadırgamadık aslında. Toplamda 28- 30 kere bir yerlerini kıracak ya da çatlatacak şekilde düşmüş birinden bahsediyoruz. Kırmadan burun kemiğini yamultacak birisi varsa o da annemdir.
Pekiyi, son düşmesi nasıl oldu? Efendim, Zeytin'in tasma zinciri bileğine takılı biçimde bahçeye çıktığında, Zeytin'in hırsla tasmaya asılması sonunda düştü bu sefer de... Üstelik de "Yapılamaz" denileni de yaptı yine: Bileğini hem kırdı hem de şeklini bozdu. Hayaldi, gerçek oldu anlayacağınız. Yetmezmiş gibi, şekil bozulduğu için normal şekilde de kaynamıyor kemik, eklemine baskı yapıyor. Bu da ağrılara ve bilek hareketlerinin kısıtlanmasına sebep oluyor.
Her şey bir tarafa, 20 küsür gündür kolunun alçıda olduğunu düşünürsek, hayatını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu bazı temel şeyleri de kendi başına yapamıyor haliyle; sadece yemek içmek de değil, örneğin çorabını giymek ya da duş almak için bizim yardımımıza ihtiyacı var.
Yani, 65 yaşından sonra kocaman bir bebeğe dönüştü annem (Allahtan mızmız ve ağlak bir bebeğe dönüşmedi). Ve işin garibi düşmesine sebep olan olayın da, ailemizin bir başka bireyinin, 10 yaşındaki "ihtiyar" köpeğimiz Zeytin'in hastalığı sebebiyle bir bebeğe dönüşmesi ve bakıma ihtiyaç duyar hale gelmesi. Bundan dolayı da annemin, tuvalet ihtiyacını gidermesi için onu bahçeye, biraz da aceleyle ve dikkatsizce, tasmasını tam kavrayamadan dolaştırırması.
Neden bu hale geldi Zeytincik? Aslında ilk cevap: Yaşlılıktan! Gerçi 10 yaş, tuvaletini bile kendisi yapamaycak kadar hastalanmasına sebep olmuyor. Ancak kış başında ağır bir enfeksiyon geçirmesi ve 20 gün kadar ciğerlerini yırtarcasına ve zaman zaman da kan kusarak öksürmesi, sonrasında da kullandığı ilaçlar yüzünde yemk borusunda acid-reflux {bildiğimiz reflü} sıkıntısı yaşaması sonucu hem güçten kuvveten kesilmesi hem de kas ve eklemlerinde romatizmal ağrılar yaşadığı için doğru dürüst yürüyememesi.
Doğrusu Zeytin'in hastalığı, başta annemi olmak üzere hepimizi çok yıprattı. Hatta ben de kısa bir süre için Zeytin'de umudu kesmiştim; aslına bakarsanız sürekli dile getirdiğim "Duygular çok gereksiz panpa, artık duygularla işim bitti, kendi irademle sosyopat oldum" şeklindeki iddiamın da "Kaideyi bozmayan istisnasının" Zeytin olduğu ortaya çıktı. Zeytin'in hastalığı beni çok hazırlıksız yakaladı. Özellikle de bahçede koşarken bir anda düşüvermesi, olduğu yere yığılıp kalması ve yalvaran gözlerle bana bakıp, sürünerek eve girmeye çalışması çok yıprattı beni.
Tabii 4,5 ayın sonunda Zeytin kuvvetinin büyük kısmını geri kazandı. Elbette bunda, doktorumuzun tavsiyesiyle kullandığımız Glukozamin içeren gıda takviyesi haplarının etkisi büyük. Hatta bu glukozamin denen hadiseye ben de sıcak bakmaya başladım, köpeğin değişimini görünce kendimde de aynı faydayı görebileceğimi sanıyorum.
Zeytin kuvvetini kazanınca, annemin de tasmasını biraz "tereddütlü" tuttuğunu sezince, ve dahi bahçenin hemen dışında otlayan yabancı inekleri görüp sinirlenince; hızla ve zıplamalar eşliğinde koşarak, beraberinde de annemi düşürerek bu kazanın ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında, düşününce, Zeytin'in kabahati yok. Üstelik bu annemi ilk düşürmesi de değil. Daha önce de annemi düşürmüş, yine sol kolunu çatlatmıştı. Burada annemin Zeytin'i yönetmekteki bariz başarısızlığını "alkışlamamak" elde değil.
Yalnız, vakıa, şu anda hanemizde vaziyet şu şekil: Bebekliğinden beri sahip olduğu psikolojik sorunlardan ötürü sürekli kendisini kaşıyarak vücudunun dört bir yanında yaralar açan Karamel, 4,5 aydır uğraştığı hastalık sürecini yeni yeni aşıp aeta kefeni yırtan ama bu sefer de yaşlılıkla boğuştuğu için bütün günü uyuklayıp ilaçlarını sindirmekle harcayan Zeytin, evdeki diğer üç köpeğin saltanatını 3 yıldır kabullenemeyen, iktidarı ele geçiremedikçe de kendisine yeni hezeyanlar ve fobiler geliştererek, mesela her yağmur yağdığında "Gökgürültüsünü" bahane ederek, mahalleyi ayağa kaldırırcasına havlyayarak ilgi isteyen Fıstık üç ayrı tarafa dağılmışken... Bir yandan da bileğini kırmış annemin acısını dindirmeye ve hastalığını iyi etmeye uğraşıyoruz.
Yine de, her şeye rağmen, acılar içerisindeki annem dahil, hiçbirimiz hâlâ önceliği köpeklere vermekten kendimizi alabilmiş değiliz. Bize soracak olursan, önce "Köpekler hasta" sonra "İlhan bileğini kırdı." Öncelik sıramız bu.
Ve bu çok saçma.
Bakın, olay sadece "Her ne koşulda olursa olsun, bir insan bir köpekten daha önemlidir" biçiminde basitleştirilebilecek gibi değil. Evet, ona ne şüphe! Herhangi bir insanın sağlığı ve güvenliği yanında bir köpeğin sağlığı ve güvenliği önemin yitiriyor. Hele de söz konusu insan annem olunca, benim olaya kişisel yaklaşmamamı beklemek bana haksızlık olur. Önem sırasında annem, kainattaki herhangi başka bir olgudan yukarıdadır; net söyleyim, ilk sıradadır. Bu benim öznel görüşüm ama annem sağlıklı ve mutlu olmadıktan sonra "Bana faydası dokunmayan köyün muhtarını sikeyim" yani, nedir ki...
Hal böyleyken... Neden ama... Anlayamıyorum, izah edemiyorum... Fakat... Her şeye rağmen... Bizim evin hastası Zeytin gibi geliyor bana.
Burada bir yanlışlık var. Böyle olmamamlı. Özellikle de artık iyileşmeye başlamışken Zeytin önemini iyice yitirmeli. O önemini yitirmese bile annemin her zaman tercih sebebi olarak öne çıkması gerekir.
Pekiyi ama neden? Neden köpeğe karşı olan acıma hissimiz, annemize olanın üstüne çkıyor? Köpek nasıl "Yaşayan zavallı şey" olmanın ötesine geçiyor ve "Arkadaşlar ve yoldaşlar" arasına dahil oluyor. Onun öyle bir talebi olmadığı halde neden köpeğe "Trajedin benim trajedimdir" diye yaklaşıyoruz.
Raimond Gaita, "Filozofun Köpeği" adlı kitabında bir anektoda yer veriyor. İki hafta önce yaşlı bir kadının kaza geçirip öldüğü bir caddede köpeği Gypsy de talihsiz bir kaza geçiriyor. Izdıraplı, yıpratıcı ve pahalı bir tedavi sürecinin sonunda Gypsy'nin bütünüyle iyileşeceği de şüphelidir. "Normalde yalnızca insanlara verilen değeri yanlış bir şekilde bir köpeğe atfetmek" olarak tanımladığı durumlarla ilgili tesiptleri ayrıca ilginçtir. İki hafta önceki kazada yaşlı kadına çok az kişi yardım etmiştir. Oysa "bir sızlanma ya da ciyaklama denemeyecek kadar güçlü ve tasarlanmamış" bir biçimde haykıran Gypsy'nin yardımına o an caddede olan bir çok insan koşmuştur.
İlginç; aynı yerde 2 hafta önceki kadına yardımcı olmayan {muhtemelen aynı} insanlar, bütünüyle yabancı bir köpeğe cansiparene yardıma koşuyor. Oysa köpeğin sahibi Gaita, babasının kendi yaşlı köpeğini doktorların tavsiyelerine rağmen uyutmamayı seçen babasıyla kendisini kıyaslıyor, "onu öldürmenin onun için bir lütuf olacağı düşüncesi, köpeğin durumundan çok sanırım, insanoğlunun bir hayvan için ne kadarını yapmaya hazır olduğuyla ilgiliydi" diyerek, bu ahlaki soruyu bir başka soruyla karşılıyordu: "Çocuklarımın sağlık masraflarını karşılamak için her şeyimi satar ve gerekirse mezara kadar çalışırdım. Peki ya bir köpek için? {...} Çocuklarımız için yapmamız gereken fedekarlığı Gypsy için de yapmamız gerektiğini düşünmek saçmaysa eğer, bu ayrım ikisi arasında ahlaki açıdan dikkatimizi çeken başka nesnel farklılıklardan dolayı olmalı."
Bu soruna Gaita kitabında doğrudan bir cevap vermiyor. Ama bu soruyu çok da sofistike ve entelektüel biçimde avucumuzun içine bırakıveriyor. Öte yandan söz konusu bir köpek olduğunda Saramago'dan da alıntı yapabileceğimiz bir pasaj var:
Biz böyle bir hayvanın bize baktığı zaman ulaştığı derinlikleri hayal bile edemeyiz, bize öylesine salak salak bakıyor sanırız, dünyanın orasına burasına gerekli gereksiz yakıştırmalar, açıklamalar yapıştırırız. Köpeğin sessizliği ve daha önce çeşitli dini göndermelerd bulunduğumuz evrenin ünlü sessizliği, başta aralarındaki maddi ve manevi boyut farkından ötürü karşılaştırılamaz gibi gelir, ancak bu iki sessizliğin özgül ağırlıkları ve yoğunlukları iki damla gözyaşınınkine eşittir; aradaki tek fark gözlerin dalmasına, gözaşının kabarmasına ve damlamasına yol açan acıdır.
Jose Saramago, Mağara, s121-122
Doğrusu Saramago'nun sanatsal yanıtı Gaita'nın kısmi yanıtı karşısında biraz daha kışkırtıcı. "Herhangi bir şeyi ele alalım" diyor Gaita; "bu şeyin eğer insanlara yönelik davranışlarımızla ahlaksal açıdan bağlantılı özelliklere ve yeteneklere sahip olduğunu düüşnüyorsak, o zaman ona da bu özelliklere ve yeteneklere sahip insanlara davrandığımız gibi davranmamız gerekir."
Üstünde düşündükçe kışkırtıcılığı artsa da bu yanıtın...
Hayır bir köpek bir insan değildir. Ve hiç bir insan da, anneler gününden 4 gün sonra kolunu kıran annem kadar kıymetli olamaz...
Benim cevabım pragmatist ve kişisel çıkarımı gözeten bir cevap oldu. Sizin cevabınız ne?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder