30 Aralık 2009
Tek eğlencem Kasımpaşa ile durmak yok yola devam
29 Aralık 2009
Boyut değişimi: Ver dedim, bana Kubrick verdiler
Şartlar bu şekilde olgunlaşmışken, Wordpress yerine biraz daha Blogger'a şans verecekmişim gibi hissediyorum. Evdeki internet erişimi problemimi çözer çözmez daha mutlu günlerde sizlerle buluşmayı umuyorum.
Olmadı kitap yazarım artık. Daha olmadı mum yakar, sonra söndürüp üstüne otururum.
Güncelleme // 13:36 // Entry'lerin altındaki sevimsiz "Read More..." zımbırtısını bir türlü kaldıramadım... Şablonun HTML'sinde sadece tek bir java girişinden ibaret. O kısmı kaldırıyorum ama başka bir yerler daha bağlantısı var herhalde, söküp atamadım. Çözüm yolunu fark eden birisi yorum yazıp herkesle paylaşırsa internet internetliğini yapmış olur.
25 Aralık 2009
Korkmayın, ipliğinizi pazara çıkaracak değilim
Geçen yıl bu zamanlar, eğlenerek tuttuğum blog beni tatmin etmeyince, yazmaya özenen bir kaplumbağa olarak çocukluk hayalimin peşinden koşup gazeteci olmaya heveslenmiştim.
Kabul ediyorum, "Saf" kelimesinin sınırlarını zorlayan bir yaklaşım.
Kol kırılır yen içinde kalır, kalp kırılır ten içinde kalır. Heves kırıldığında ne olur peki? Ya da şöyle sorayım, hayata tutunmak için bir dalı olmayan ama ağaçlar arasında gezinerek yaşayan benim gibi biri için, "Don't hate the game, hate the gamer" tesellisi yeterli olur mu?
Neticede bunların pisliklerini ifşa etmek gibi görevim yok değil mi? Kim kimin arkasından neler söyledi, yüz yüze gelince nasıl ağız değiştirdi ben biliyorum. Kendileri de biliyor. Onlar bununla yaşayadursun, bu benim tam da "İnsan içine girersen boka dönersin" dediğim durumun yansıması olarak abidevi bir varlık teşkil ediyor.
Oysa her durumdan haberdar olması gerekenler bu çarpık yapıdan haberdar olamıyor. Onlar için kavgalar bile süslenerek "hizmet sırasında nöbet değişimi" gibi süsleniyor. Dahası, kavganın odağındakiler de dakika bir gol bir, gol atana sahip çıkmasınlar mı? Üstelik pirüpak temiz olan, üstünden pislik akanı tutup en az kirli olana tercih ediyor.
Neden? Çünkü gösteri devam etmeli.
Merak etmeyin, siz kırk kişisiniz, biz de sizi biliriz. Sırlarınız ifşa edilecek diye de korkmayın, ben yazsam kimse inanmaz zaten.
Ama siz aynaya nasıl bakacaksınız, onun vicdan muhasebesine başlasanız iyi olur!
Not: Yazıda kullanılan gazete görseli, Sakarya Gündem internet sitesinden alınmıştır. Çekenden Allah razı olsun, hakkını helal etsin...
24 Aralık 2009
Yeni vicdanların vahiyle imtihanı: Şımartan internetin sosyal medyasıyla oku
Buna rağmen insanların okuduğu twit'ler, facebook status'ları, friendfeed quota'ları, ek$i entry'leri, bloglar hedeler hödöler...
Yeni medyanın haberi, bilgiyi ve verileri çık hızlı ve kayıpsız bir biçimde anonimleştireceğinden bahsediliyordu... Bu içi boş, çekirdek gibi yeni medya araçları yüzünden anonimleşen bilgi/haber/veri değil de toplum oldu!
Hepimiz artık isimsiz kahramanlarız, bununla birlikte kahramanlıklar kazanan kimse kalmadı. Yattığımız yerden Yılmaz Özdil köşelerini birbirimze forward ediyor, Başbakan'a küfrediyor, küfür eden "mimlenmiş" politikacıların videolarını izliyoruz...
Bu resmen ikiyüzlülük: Daha fazla "hayatı" yeni medya araçlarıyla paylaşıp interneti doldurdukça hayatlarımızı daha boş hale getiriyoruz. Sonra da bunun adına "Sosyal Web" diyoruz.
Ya hayatta kalıyorsundur ya da ölüyorsundur
"Doğru, muhtemelen hayatın bir anlamı yok! Yine de hâlâ hayattayken, insanın kendisini adayacağı bir şeyler bulması mümkün. Tıpkı senin o çiçeği bulman gibi… Tıpkı, benim seni bulmam gibi…"
Hayatta kalma mücadelesinin kendisi bazen o kadar yorucu olur ki, insanın kendisini sorgulamak için zamanı ya da isteği kalmaz. Bunun için belki de tarih boyunca çoğu insan, kısacık ömürlerinde yaşamaktan başka bir şey yapmamıştır.
Büyük insanların hayatlarını anlatan romanlar okumuş ya da filmler izlemişseniz görmüşsünüzdür, onlar hayatlarını adadıkları bir "Kavga" bulmuşlar ve bu kavganın içinde kendilerini var etmişlerdir. Gerçi şurası açık ki, kendisini gerçek bir kavgayla var eden biri bile, bence, aslında hayatı boyunca hiçbir şey yapmamıştır. Bir muzaffer komutanın var olduğunu kanıtlamaya zaferler yetmez!
Sanatçılar arkalarında abidevi eserler bırakırlar, devlet adamları arkalarında güçlü devletler, sanayiciler büyük şirketler… Bilim adamları keşifler, mucitler de aletler bırakır, evet; ama arkalarında bıraktıkları onca şey onları var etmeye yeter mi?
Henry Ford üretim bandını otomobil üretiminde kullanıp zengin oldu ve arkasında hanedan gibi bir dünya otomotiv devi bıraktı. İyi ama kendi, varlığını sürdürmeye yetti mi bu?
Bu soruların tamamının cevabı olumsuzdur. Yine de hayata olumlu tarafından bakmayı bilmek de apayrı bir beceri olsa gerek. (Bunu Orochimaru'dan öğrenmek de ilginç tabii…)
Yine de önemli olan, bir kere var olduktan sonra kişinin varlığını temize çekmesi, varlığının sağlamasını yapması, var olduğunu zamanına ve zamanının ötesine ispat etmesi değil; hâlâ varken kendisini adayacağı bir şeyler bulmasıdır.
Herkes kaçınılmaz sona ulaşınca, varlığını bir daha asla ispat edemeyecek hale gelecek. Ama inanın bana, hayatta kazandığı tüm kavgalardan (ve hakkını yediği/emeğini çaldığı/üstüne basıp geçtiği tüm insanlardan) sonra, Henry Ford sanki rahmetli dedemden de, babamdan da daha çok yaşamış gibi geliyor bana.
21 Aralık 2009
Gururunuz nereden nereye kadar
İsimler ya da eylemlerin niteliği önemli değil, son bir kaç günde daha önceki eylemlerinden 180 derece dönen bazı meşhurların marifetlerini okudum. Babadan gazeteciler, iade-i itibar peşinde siyasetçiler, kendini nimetten sanan artist müsveddeleri...
Eğilip bükülmemeyi, kimseye ayna ya da çanak olmamayı, el açmamayı fakat onurluca yardım istemeyi; ayrıca açılan ellerde örselenen onuru tamir etmeyi; insanların ahmakça değerlendirmelerinden azade ömür sürmeyi...
Uzatmayayım... Değer yargılarından uzakta durmayı, kendi gönlümce ve gururluca yaşamayı ilke saydım.
En iyi olabilmek adına kötüler arasına girmekten, üste çıkmak için birilerini aşağı çekmekten, kendimi görünür kılmak için başkalarının güneşini kapamaktan, saldırıya uğramamak için saldırmaktan, arıza yaşamamak için bozmaktan...
Yine uzatıyorum sanki... Kısır çelişkilere kapılmadan, bir arada var olmayı kıymet bildim.
Şimdi şimdi, ne büyük bir saf olduğumu iyice anlıyorum. Geçer akçe parke taşıysa, kaldırım olmanın cazibesi yadsınamazmış. Pareto'nun elitleri gibi, iyi bir bakkal olmakla iyi bir fahişe olmak arasında, toplum açısından hiç fark yokmuş!
Bilemedim, yavaş yavaş öğreniyorum.
Aykırı sorular, ezber bozma, toplumsal uzlaşı, akıl tutulması... Beylik ve içi boş laflarla adam olunuyormuş, 26 yaşında öğrendim.
Oysa daha önce bu beylik laflara ben nasıl gülüp geçiyrsam ve onları hafife alıyorsam, bu saçmalıklara maruz kalan herkesin aynı bilinçte olduğunu sanıyordum. Asıl akıl tutulması budur işte; yanlışta ısrar!
Değil mi ki birileri çanak suallerle ideolojilerin aynası oluyor, akabinde yirmi sene sonra rüzgar yön değiştirince çanağı tam ters yöne tutana ödüller veriyor... O zaman kendime itiraf ediyorum işte, pisliğin üstüne dikilen süsün de pisliğin parçası olduğunu ve boka batmaktan son anda kurtulmakla en akıllıca tercihi yaptığımı.
Yalnız şu da var, bir kere adamdan sayılmanın tadını alan birisi, haksız yere hafifsenmenin ve küçümsenmenin ızdırabını derinden hissediyor. Bu ızdırabı anlamaya kimselerin aklı yetmeyince de, ahmaklarla sarılmanın çilesi katmerleniyor.
17 Aralık 2009
KERKÖYDER'de gurur gecesi !
Yazmaya özenen kaplumbağa
Masal derleyicisi Ezop’un günümüze naklettiği masallardandır “Uçmaya özenen kaplumbağa.”
14 Aralık 2009
İnsan neyle yaşar?
O kadar laf dokundurduk, bir bütün bienal de döndü bununla ilgili. İki kelime etmezsem içimde kalır.
İl olarak Kafka'nın ortaya attığı ve sonrasında Brecht'in cevaplamadan önce retorik olarak sorduğu "İnsan neyle yaşar" sorusunun cevabı yoktur. Zaten bienal de bununla ilgili. Tek tek insanlar kendileri için en önemli şeyleri söylüyorlar, neticede insanı hayatta tutan ne çok şey olduğunu görüyoruz.
Öte yandan hem Brecht'in hem de bienalin bu soruyla hesaplaşma yöntemini en kibar dille safça bulduğumu söylemek istiyorum. Benlik sorunundan, ontolojiden ve etimolojiden haberi olmayan insanlar olabilir, çok normal. Dahası sanatçılar, akademisyenler için de bu kavramlar havada kalmış kavramlar olabilir, bu da normal.
Anormal olanı; "Hepimiz tek tek neyle yaşadığımızı söylersek insanın aslında ne çok şeyle yaşadığını öğrenmiş oluruz" gibi mesnetsiz bir yöntem üzerinden bir bütün bienali kuran, sürdüren ve milleti bununla oyalayan kuratörlerin bu kavramlardan bihaber oluşudur.
Günün birinde insanlık, insalık kadar eski bu soruya tarih boyunca verilmek istenen cevapları araştırdığında, böylesi saçmasapan ve üretkenlikten tamamen uzak, çocuk eğelencesi gibi "hopçiki yaya" tadındaki tuhaf etkinlikle İstanbul adını yanyana gördüğünde, dünyaya İstanbul'da gelmiş tapon bir İstanbul'lu olarak kemiklerim sızlayacak.
Yeni etiket: Ahiret sualleri
Daha önce keyifle yazdığım bir dizi etiketin üretim sıkıntısı içine girmesi sonucu, içeriklerine uygun daha geniş bir etiket konsepti üzerinde kafa yormuştum. Sonunda aradığımı buldum.
Eğlenceli ve blogun en okunası etiketlerinden olduğuna inandığım "Doktor korkuyorum" ve "Tercih listesi" etiketlerini, "Ahiret sualleri" başlığı altında bir araya getirip, kapsamlarını genişleterek yazmaya devam edeceğim.
Aslında önceki yazılar için değişen bir şey yok. Hırvat kratörlerin büyük keşif yapmışlar gibi Brecht'in "İnsan neyle yaşar" sorusunu sormaları üzerine bir bienal inşaa edilebiliyorsa, daha kışkırıtıc sorularla blog yazmak da gayet mümkün. Eski yazılar için, mesela "Hacı seni ne korkutur" ya da "Hangisini tercih edersin lan kanka" gibi sorulara cevap verdiğimi pekala iddia edebilirim.
Neyse, lafı fazla uzatmayalım, yeni etiketimiz hayırlı uğurlu olsun millete.
Bir blog için ironik bir analoji: Kalemi kırılan blog
İşin kötüsü, elimde dağ gibi birikmiş yazı olmasına rağmen, ne üzücü ki blogu güncelleyemiyorum. Bunun sebebi defalarca yazdığım gibi, internet erişimimde yaşadığım sıkıntılar.
Zaten geçtiğimiz günlerde yazı mecramı değiştirmemi gerektiren bazı olaylar yaşadım. Bunları yeri gelince paylaşırım. Görünen o ki beni okumak isteyenler için yeni bazı mecralara akacağım, ralarda buluşuruz efendim.
13 Aralık 2009
Arshavin will never walk again (ayağını kırıcaz bezevengin)
Bir milyon tane spor ve özellikle de futbol blogu var, yüzlerce de okuyucusu var bu blogların. Bunların arasında yazmaya özenen kaplumbağanın yeri zaten yok. Spordan anlamadığımdan değil de ftuboldan hazetmediğimden. Benim futbolla ilişkim "Honours even at Recep Tayyip Erdoğan"dan ibaretti, o da zaten 2 yılda tükenen bilgisayarım yüzünden hayal oldu şimdilik.
Futbolu sevmesem de beni tanıyan herkesin bildiği bir hadise vardır ki, Liverpool dünyada sempati duyduğum tek futbol organizasyonudur. Her sene kadrosunu takip ederim, sonuçları izlerim, Rafa'nın bu takımı bir türlü şampiyon yapamamasını ben de kendimce sorgularım.
Geçenlerde Flying Dutchman'da Wenger ile ilgili bir yazı okumuştum. Fransız'ın Premier Lig'in en başarılı menajerleri arasına çoktan girdiği ve Arsenal tarihinde görülmemiş başarılara imza attığını, ancak uzun süredir şampiyonluk yarışından uzak kaldığını irdeleyen yazıda "Bu sene Liverpool'un da ilk kez şampiyonlukta iddialı olması sebebiyle işleri daha da zor" şeklinde yorumlanabilecek bir de cüme var. (yazıyı okumaya üşenenler olur diye özetledim xD)
Şimdi buna ne demeli o halde. Bugün oynanan maçta ilk yarıyı önde kapatan L'pool, Wenger'in ani müdahaleleriyle bir anda görünüşü değişen Arsenal'den 10 dakikada 2 gol yedi. Kendisi büyük olasılıkla şampiyon olamayacak olan Wenger, bari L'pool'a engel olmasaydı!
Wenger'e olan sempatim reset yedi!!!
01 Aralık 2009
Kurallar karman çorman, özgür basın toz duman
Amarigan - Türk ortaklığında yayın yapan bu büyüüüüük medya kuruluşları, gezegenimizin patronlarının çarklarını döndürmek için su taşımaya devam ediyor. Yalnız kendilerine şu Türk atasözünü de hatırlatmak isterim: Taşıma suyla değirmen dönmez!
Bu arada, bağımsızlığı tartışmalı medya örgütleri, Türkiye'de özgür basının baskı altında olduğunu söylemiş. Yooo, hiç de değil. Bakın, bizim "Özgür" basın çoktan ipleri Amarigan devlerinin eline vermiş !!! Dergilerimiz bile Amarigan isimleriyle çıkıyor.
I'm feeling so disgusted, how pathetic can I possibly be
Don't you think t'was getting better,
I guess I'm just a fool strung-out.
What to do?
Life is through.
Just wanna kill, myself for you.
I wonder, just how sympatic you'll be?
You've come to take me under,
And I forgot all about me.
What to do?
Life is through.
Just wanna kill, myself for you.
So tell me why?
You say goodbye.
And tell me why!??
YOUR FUCKING UP MY WHOLE LIFE!
Yeah,
Fucking up my whole life,
So I'm on my way,
I leave today,
If I get away,
It'll be okay.
It'll be okay.
I'm looking out a window,
Into a world that's taking you from me.
And I'm feeling so disgusted,
How pathetic can I possibly be ?
What to do?
Life is through.
Just wanna kill, myself for you.
So tell me why?
You say goodbye.
And tell me why!??
YOUR FUCKING UP MY WHOLE LIFE!
Yeah,
Fucking up my whole life.
So I'm on my way,
I leave today,
If I get away,
It'll be okay.
It'll be okay.
If their's a better place you can take me,
Better life you can give me.
Whatever place I can start all over.
And I would, never need what you gave me.
Never need you to save me.
And never feel like this life is over.
So I'm on my way,
I leave today,
If I get away,
It'll be okay.
It'll be okay.
30 Kasım 2009
Kötü gidişin sorumlusu benim!
28 Kasım 2009
Menajer gönderen takımın sanal maceraları
Bu ay böyle geçti. Gelecek ay neler olacak derseniz, işte 10/2009 programı:
25 Kasım 2009
İyi ki zamanında "atmamışız"
Şimdi UEFA, Fener'in Avrupa maçındaki rakibi Honved'in şike işine burnuna kadar battığını ve şüpheli maçlar arasında Fener maçının da olabileceğini söylemiş.
Steam'in açtığı kapıdan girenler: Runic Games
Steam'in ilk başarısının hangisi olduğunu belirlemek zor. Ancak en büyük başarıyı Braid'in sağladığını söylemek haksızlık olmaz. Bir çok bağımsız geliştirici projelerini tanıtmak için kırk takla atarken, Braid Steam sayesinde hem büyük bir dağıtım alanı ve pazar buldu hem de rakipleriyle karşılaştırılamayacak bir reklam macerası. Steam'in Braid'i doğurduğunu söylemek abartı olmaz.
Üstelik baştan ayağa "Diablo-killer" olan oyun hakkında bir kez bile bu yönde tanıtım yapmadıkları gibi, forumlarda kullandıkları tanımlama ""Diablo-tribute" oldu. Görünüşe göre Hellgate'i çuvallatan gerçekten de Ropper'ın kompleksiymiş, kim tahmin edebilirdi ki (ben?!).
Eski alışkanlıklar
Bana öyle geliyor ki, oyunlarını yaratırken dağıtımcıların tuhaf pazarlama planları çerçevesinde eğilip bükülmekten rahatsız olan Valve'in başlattığı Steam projesi de en çok Runic Games gibi oyunsever profesyonellerin işine yarıyor.
Honors even at Recep Tayyip Erdoğan
23 Kasım 2009
Sağlık hedeflerini rakamlaştırmak
22 Kasım 2009
Eski alışkanlıklara veda: Yenilenen yüzüyle Football Manager 2010
Bize yine torrent yolları göründü desene...
Football Manager 2009 son dönemde oynadığım en iyi spor oyunuydu. FM8 ile çokça vakit geçirdiğimden uzun süre serinin en iyi oyunu olarak onu görmüştüm. Ama FM9'daki 3D hadisesinin başarıyla kotarılması düşüncelerimi kökünden değiştirmişti.
FM10 piyasaya çıkalı 1 ay, torrent'e düşeli 1,5 ay, bilgisayarıma kurulalı 15 gün oluyor. Bu süre içerisinde sağlam bir gözlem edinecek kadar yeni oyunu oynamayı umuyordum. Araya Ankara işi girdi, ama görünen o ki girmeseydi bile hedefime ulaşamayacaktım. Çünkü FM10'da bir tuhaflık var.
Yenilikler
Öncelikle arayüz tamamen yenilenmiş. Yeni arayüzü sunan standart tema (Skin... Theme... nasıl çeviricez bu arkadaşı Türkçe'ye xD) beyaz ağırlıklı. Ancak şurası bir gerçek ki bu beyaz tema, gözü fena zorluyor.
Tema'yı geçtim. Arayüzde, tek bir ekrana birden çok seçenek sığdırma anlayışı benimsenmiş. Tam kotarılamadığı için başarısız olmuş. Aradığınızı bulmakta zorlanıyorsunuz. Eskiden şakadak bastığınız düğmeler de yeni eklenen sekmeler altında gizlenmiş, sıklıkla kullandığınız bazı seçeneklere ulaşmak zorlaşmış yani.
Yeni arayüzün tadını çıkarmak için koyu reknli temalara yönelmenizi tavsiye ediyorum. Standar dark tema bile işe yarıyor. Yine de ben sanki FM9'un eski gri/yeşil/mavi ağırlıklı temasını özledim gibi. (Arayüze öyle ya da böyle alışırız)
Beğenmediklerim
Oyunla ilgili bir serzenişim ise, programcıların savrukluğuna olacak. FM9'da bile 3D motoru sistemimi zorlamıyor, tıkır tıkır işliyordu. Her yerde "Tüm porgram kodu elden geçirildiği için artık sistem daha hızlı işleyecek" demişler, bunu teyit eden kullanıcı yorumları da var. Fakat bunların "Elden geçti" dediği, ekran kartının belleğine daha çok yüklenmekten ibaretmiş. Oyunu bir süre oynayınca muhakkak vista'nın baş ağrıtan igfx hatasını veriyor. Sorun Vista'da değil, ekran kartının tümeleşik olması yani sistem belleğini paylaşmasında. Kısaca, 1GB bellek hem oyuna hem grafiklere yetmiyor. Ama işin içine Vista girince, bu durumdan kaynaklanan aksaklık bütün bilgisayarı dağıtıyor.
Gayet güzel olmuş lan
Bunun haricinde, oyuna eklenen yenilikleri çok beğendim. Yeni teknik ve istatistik analiz sistemi, maç toplantısı, kulübeden takıma müdahale etmek, oyuncu değişikliklerinde anında team talk verebilmek... Kısaca oyuna getirilen yenilikler hoşuma gitti.
Türkiye ligi deneyimi için, berabere kaldığımda çıkacak olan "Honours even at Recep Tayyip Erdoğan" yazısını görmek için Kasımpaşa seçtim, memnunum. Herkese tavsiye ederim, Belediyesporla falan vakit kaybetmeyin :)
Son sözler (iyice oyun incelemesine döndü ortam)
FM10 çıktı ve düşük konfigürasyonda biraz sorunlu oynanıyor; yani evet, ancak iyi bir sistemde hakkıyla oynanacak. Peki, gelecekte? FM11'i bilmem ama FM12 taş ve sopalarla oynanacak. (ekşi sözlük'ten entry çaldım, hiç utanmadım)
20 Kasım 2009
Kimse okumasa da yazarım
Blogların ciddiyet arzetmediği ortada. Bunu bilimsel çalışmalar yaparak ispatlamanın gereği yok!
İnternet üzerinden çeşitli hizmetleri sağlayanlar ve yeni nesil medya araştırmacıları, her ne kadar blogların varlığının interneti bilgi otoyolu haline çevirmede büyük rol oynadığına vurgu yapsa da, şurası büyük bir gerçek; emeğin yanı sıra para da harcanarak meydana getirilen bir kaç sağlam blog hariç, bloglar narsist günlüklerden ibaret.
Şunu itiraf edelim artık: Her blog aslında bir mastürbasyondur!
Blog yazarı kendi blogu için bu durumu fark etmese bile, okurlar bunun farkındadır.
Blog yazarı sayısıyla blog okuru sayısı örtüşmez. Blogların büyük bölümü okuyucusuzluktan şikayetçidir. Blogların tamamına yakını ilgi alanı kayması sorunu yaşar.
Bloglar, neredeyse hiç biri, okunası değildir.
Ama bu bloglar sanki bizim en büyük ve en samimi projelerimizmiş gibi üstüne titrediğimiz üretim alanları olmayı başarmış durumdalar.
İşte bunun için, kimseler okumasa da yazarıyoruz ve görünen o ki uzun yıllar boyunca da yazmaya devam edeceğiz.
14 Kasım 2009
Yenilikler ve inhaler
Ancak bir inhaler ile nefesi temizlemenin vakti geldi. Üretkenliği sınırlayan bazı etiketlere son verirken, yeni bir takım etiketler ekleyerek blogun mecraını genişleteceğimi sanıyorum.
Uzuunca bir süre, Ozan ile birlikte, pek de bir şey yapmadan çalıştığımız ve "Bir blog nasıl öldürülür" listesindeki 5465768 hatanın her birini ifaal ederk öldürdüğümüz iki blog, "Pipililer" ve "Yazılması Gerekenler", benzer hatta aynı isimlerde etiketler biçimini alarak blogda yerlerini alıyorlar.
Bunlara ek olarak, bazı yeni etiketler de blog sınırları içinde aktif olacak ve tahminen hem ğretkenliğimi arttıracak hem de okuru okumaya motive edecek.
Bununla birlikte bazı etiketler de tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini alacak, içerikleri düzenlenerek diğer etiketlere aktarılacak ve yok olacak.
Bu nefes açma süreci de bloga canlılık getirmezse, artık yeni önlemler alırım.
Yutak hastalıkları mütehasısı Hulki ve okuyanların kulak mukozalarını uçuklatan akıl almaz maceraları
Yalnız bizim kemiklemiş bir okur kitlemiz var (4 kişi... Annem, öz annem bile okumuyor yahuuu).
Bu okur kitlesinin ilgisini belli konulara çekmek için kimi zaman, afedersiniz, götümüzü açtığımız bile oluyor. Ki evet, şimdiye kadar insanları etkilemek için 4 kere götümü açmışlığım var... Büyük bir çığlık kopuyor, evde denemeyin! (Ya da, düşündüm de... Eğer gerçekten götünüzü açmaya niyetliyseniz, sadece ama sadece evde deneyin... Sokakta açarsanız, maazallaaaaaah!!!)
Geride bıraktığımız 10 günü, mevsim hastalıklarına yenilerek yatakta geçirdiğimden ve defter yüzü açıp ders de çalışamadığımdan, yarın gireceğim ALES sınavı hayal oldu. Zaten elimde umut edeceğim hiç bir şey yok; işim yok, param yok (Allah bugünümü aratmasın, o ayrı), çevremde kafa dengi arkadaşım yok, falan fişmekan...
Bu süre içinde bir kez daha anladım ki, koskoca hayatı sidik zoruyla yaşamaya gayret ediyorum işte... Ne yapalım, benim kabahatim değil!
Bu tuhaf "kendine acıma seansı new age version 2.0 gold eddition collectors box set" türü ve mesaj kaygısı had safhada olan girişten sonra blogpostu şu şekilde bitirecek olmak da bana garip geldiği kadar size de garip geliyordur umarım. (Asgari sayıda noktalama işaretiyle paragraf tamamlama yarışmasında dereceye girdim!!)
Blogun beti benzi attı biliyorsunuz. Sadece kendi keyfime blog tuttuğumdan ve ortada "kütüğü" tutulacak bir eserim olmadığından, en azından betini benzini yerine getireyim blogun. Bunu istiyorum.
Evet, söylemiştim, böyle başlayan bir postun böyle bitmesi, blog alemlerinde ne ilk ne de son!
03 Kasım 2009
Pasaklı hayvanların varlığında kişisel hijyen yalan oluyor
Malum, bu aralarda H1N1’in pandemi/epidemi riski var, herkes diken üstünde. Sağlık Bakanlığı da herhalde ABD’nin dolduruşuna gelip satın aldığı, deneyleri tamamlanmamış aşılar bozulmadan vatandaşa “zerkedebilmek” için, buram buram “Aklınıza başınıza devşirin, Domuz Gribi var üleyn” naraları atıyor.
Bu ortamda sazan gibi “Aşı olmayın” demek doğru değil, yine de çoğu grip varyantında olduğu gibi kişilerin kendilerini virüsten basit önlemlerle korumaları da mümkün. Bu önlemlerin başında da kişisl hijyen geliyor.
Gel gelelim, doğuştan va yaradılıştan pasaklı, üstelik ömürleri boyunca şımartılmış ve yaramazlıkları tavan yapmış iki köpeğiniz olduğunda, hijyenden söz etmeniz mümkün değil. Böyle durumlarda “Keşke kedim olsaydı” diyorum, temiz hayvan namussuz!
Benim azgın “Gondikler”, sürekli toprakta/çamurda/pislikte debelendikleri için buram buram kirlilik akıyor üzerlerinden. Onlara deli gibi aşı yaptırdık elbette; gelin görün ki kendimizi H1N1’letmeye henüz yanaşmadık. Maazallah, bu şerefsizler bir yerlerden daha tehlikeli bir virüse rasgelseler aynen bize bulaştıracaklar. İpneler xD
Evde üç kişi olmanın faydaları var. Yıkanma/temizlenme/köpekleri doyurma işlerini vardiyalar halinde üsleniyoruz. Böylece evde aynı anda herkesin kirli olması gibi bir durum yaşanmıyor. İşin kötüsü, sık sık evdeki herkesin aynı anda temiz olduğu bir durum da yaşanmayabiliyor. Ama şimdilik idare ediyoruz.
Aşı deneyleri bir an önce tamamlansa ve anti-viral ilaçlar da iyice güçlense de, köpeklerimle güven içinde çamur içinde yuvarlanabilsem artık !!!
Not: Ben yuvarlanmasına yuvarlanıyorum da, kendim infekte olup başkalarına da bulaştırırsam diye korkuyorum… Yoksa “Hınzır gribi” bize ilişmez kanka !
OCW projesi ve diğer “Herkese Açık” komünler
Open Course Ware, (OCW – Açık Ders Gereçleri) ilk kez MIT tarafından tanımlanıp uygulamaya geçirilmiş, zamanla bir çok ülkede benzer şekillerde işleyen Açık Üniversiteler (AÖF gibi) ve bir çok saygın kolej, enstitü ve üniversitenin katılımıyla zenginleşmiş bir proje.
Bu projeye gönüllü olarak katılan üniversiteler ve belli derslerin hocaları, ders notlarından kendi hazırladıkları yazılı ve görsel ders materyallerine, hatta çokluortam uygulamalarına kadar bir çok ders gerecini, ilgili internet sitelerinde karşılıksız ve tamamen açık olarak halka sunuyor.
Açık yazılımlar
Açık materyal projesi bununla sınırlı değil. Birçok kişi ve kurum, fikri mülkiyet konusunda daha esnek davranıp, normal koşullarda telif yasalarına tâbi olan ürünleri farklı sözleşme ve lisanslar aracılığıyla, tamamen bağımsız ve özgür olarak dağıtıyorlar.
Örneğin bilişim sektörünün dev kartellerinden Microsoft’un her alanda ürettiği sektör lideri yazılımların her birinin, MS’in ürettiklerinden daha başarılı, daha verimli çalışan ve daha kullanıcı dostu, “Açık” alternatifleri var. Sadece GNU/GPL lisansıyla dağıtılan Linux sürümlerinden bahsetmiyorum; herkesin bildiği Mozilla Firefox, Open Office gibi yazılımlar, yüzlerce dolarlık ücretli alternatiflerinden daha başarılı “Açık” yazılımlar.
Açık oyunlar
Bilişim sektörünün en tatlı parası da Elektronik Eğlence alanında kazanılıyor. Sadece iTunes ya da VOD/MOD seçeneklerinden söz etmiyorum elbette. Sektör lideri oyun üretici ve dağıtımcıları her yıl kârlılık oranlarını artırmanın yolunu buluyor.
Ama bu alanlarda da rekabet çok “Açık”, çünkü bunu sağlayan özverili yazılım geliştiricileri var. Bu geliştiricilerin en başında da, bence bir sektör idolü olan John Carmack geliyor. Carmack’in şirketi id Software, yayınlandığında olay yaratan ve her biri yeni bir türün yaratıcı olan oyunlarının program kaynak kodlarını, belli bir sürenin sonunda halka açık bir biçimde, GNU/GPL lisansına uygun olarak yayınladı. Söz konusu ettiğimiz program kodlarının arasında, gelmiş geçmiş en başarılı İnternet FPS’si sayılan Quake 3’ün de altyapısını oluşturan idTech 3 motoru da var.
Daha önce açık oyunlarla ilgili kısa bir yazı yazmıştım. Hastalık derecesinde bağımlısı olduğum Action Cube de bu açık oyunlardan birisi. Ne yazık ki, diğer popüler oyunlar olan Counter-Strike, Unreal Tournament, Call of Duty, Quake gibi serilerin olumlu bütün özelliklerini barındıran, düşük sistem ihtiyacı ve üstün multiplayer motoruyla da hepsinden daha başarılı olan Action Cube, ülkemizde tanınmıyor, sevilmiyor, oynanmıyor. Oysa bence; oyuncuların CS, Battlefield, COD gibi serilere gösterdiği önemi Assault Cube da bekliyor ve hak ediyor.
OCW çağrıları
Öte yandan, ülkenin en önemli üniversitelerin bile çok yetersiz biçimde dahil olduğu, daha doğrusu dahilmiş gibi davrandığı OCW yaklaşımı da, Türkiye’deki “Açık kaynak” konseptinin yerini anlamamız için iyi bir kriter.
Yenilikçilik (Innovation karşılığı olarak kullandım) kavramının en sağlam ve lider temsilcileri olmalarını beklediğimiz üniversiteler, görünüşe göre fikri mülkiyet konusunda kapitalist ekonomik paradigmadan yana olan düşünce ve bilim insanlarının istihdam edildiği yerler. Çok az sayıda üniversitenin çok az sayıdaki hocası, çok yetersiz “Açık bağışlarla” OCW’ye destek veriyor.
02 Kasım 2009
Ben yazmaktan bıktım Telekom kesmekten bıkmadı arkadaş!
Aslında kesme yok, ama “Telekom bağlayamamaktan…” yazsaydım vurucu bir başlık olmayacaktı. Ne yapalım, Hürriyet okuya okuya (ya da adını koyalım, zorla Hürriyet okutula okutula; çünkü Hürriyet şaşırtıcı derecede yüksek tiraj elde ettikçe bütün gazeteler onu taklit ediyor), Hürriyet manşetlerine benzer blogpostlar yazmaya başladık.
Neyse sevgili okurlar, gerçi pek okumuyorsunuz ya artık, okuyacak olsanız bile materyal bulamama sıkıntınız devam ediyordur. Zira daha önce defalarca yazdığım, artık yazmaktan yorulduğum üzere, limoni bağlantım fasılalarla kurulabiliyor. Bir gün var, iki gün yok, üç gün yarı performans, sonra bir gün neredeyse 8Mbit, sonra bir gün yine yok… Ne yapalım, “Burası Türkiye” demeye alışmışız artık.
Hizmet kalitesinde altyapı kusurlarından kaynaklanan aksaklıkları sözleşmeye “İstisnai durumlar” diye geçirmeyi iyi bilen TTNet, zamlar/aldatmacalı tarifeler/kampanya görünümlü pazarlama hileleri aracılığıyla abonelerinin faturalarına geçirmeyi de gayet iyi biliyor. İki yanlış bir doğru ediyor, sağolsun memleketi “Adeta pazarlamakla görevli” hükümetin üç otuz paraya ele sattığı Telekom, zenginleşmeye devam ediyor.
Ne yapalım?! Bloglardan afişe ede ede bir yere varılmıyor. Dilekçeler ve tüketici haklarını koruyan derneklere şikâyetlere cevap gelmiyor. İnanın, gerçi elimde pek bir şey de yoktu ama, bir dönem sahip olduğum medya gücünü yitirdiğime üzülüyorum. Gerçi defterleri kapatmak benim doğamda var, ama şu gazete defteri kapanmasaydı iki kelime de Telekom’a yazardım, içimde kalmazdı.
30 Ekim 2009
Toto takımı: Blyth 2009/08
Öncelikle takımın performansına bakalım;
Blyth Spartans AFC
11th, 1W/3D/1L, 6 pts., 6-2 (+4) GD
İlk 5 maçta 6 puan toplamak aslında felakat, ancak nasıl oldu da 6 puanı 4 averajla süsledik? Efendim durum şu, son maça kadar benim forvetler, sağolsunlar, sadece 1 gol atabildiler. Son maçta ise 5 gol birden attılar. İstikrarsızlık diz boyu anlayacağınız. İsterseniz tek tek maçları değerlendireyim:
2009/08/08
Southport: 1 Blyth: 0
Sezonun ilk maçında, dürüst olmak gerekirse Southport top göstermedi bana. 2-3 hücum denemesi ve 1-2 şu haricinde, tabelayı değiştirecek etkinliğim yok. İşin kötüsü, ortasahayı derleyip toplayan, kaptan Gareth Williams da sakatlandı ve 2 ay yok! Yeni transfer ettiğim gençlere ve Williams’ın veliahtı Vangucci’ye çok iş düşecek…
2009/15/05
Blyth: 0 Alfreton: 0
Kendi evimdeki ilk maçı nasıl kazanamadım, anlamıyorum. Alfreton geçen sene Croft Arena’dan 3-2 ’lik bir yenilgiyle ayrılmıştı. Olay sadece Willams’ın eksikliği de değil, çünkü Josh Craddock beklentinin üstünde bir performans gösterdi. Ama Robert Dale ve Sean Reay’dan oluşan singildek forvet hattım yüzünden, adam gibi bir gol tehdidi yaratamadık.
2009/08/18
Harrogate: 0 Blyth: 0
Al bir toto maçı daha… Geçen sene deplasmanda 2-0 yenilmiştim, aslında beraberlik çıkarmam iyi bir sonuç. Ama Dale maça çok istekli başlamıştı, orta sahadan itibaren topla oynuyordu. Craddock ve daha sonra Adrian Webster’ın yerine giren Nathan Cartman da olumlu toplar kullandı. Ama hem rakip savunma forvetlerimi iyi kilitledi, hem de deplasmanda yorgun Alex White’ı dinlendirmek için ilk 11’e aldığım Jed Dalton vasat oynadı, sonuçta tabelaya katkı sağlayamadık. Önceki maçtaki iyi oyun bu maçta devam etmiş olsaydı, beraberliği kafaya takmazdım ama…
2009-08/22
Blyth: 1 Fleetwood: 1
Yok arkadaş, kaderde toto takımı olmak var. 6’nın üstünde raiting alamayan Reay’a “No pressure” verince hepten 5’lere düştü, Dale de önceki maçları aratan bir yokluk içindeydi. Oysa maça çok baskılı başlamıştım, ilk dakikada tam 3 tane gol pozisyonu, ilk 20 dakikada 6 tane kaleyi bulan şutum vardı. Neil Cousains ve Craddock harika toplar atıyordu, savunma da hücuma katkı yapıyordu… Ama olmayınca olmuyor, rakip savunmadan dönen top kaleme geldi. Üstelik pozisyon bile olmadan, Mike Jones’un hatasından penaltı oldu ve şut görmeden gol gördük. Devre arasındaki değişiklikler takımın üzerindeki şoku gidermese ve Dale de sürpriz bir gol atmasa 1 puanı da kurtaramayacaktık. Bu iş böyle gitmez!
2009/08/29
Blthy: 5 Gainsborough: 0
Ve gitmedi de! Forvetlerin, özellikle de Dale’in içine girdiği gol sıkıntısını bir şekilde aşacağını biliyordum. Ama hepsini bir maça biriktirmeleri iyi olmadı. Geçen yıl iki maçta da yendiğim zayıf Boro’ya 5 atmak kolay. Sıkıysa Southport’u 5 leyin. Boro top görmedi, pozisyon üretemedi, hiçbir şey yapamadı. Söyleyecek bir şey yok, önceki maçta hata yapan Jones’un 6 ile oynayıp moralini düzeltmesi dışında…
Bunu Okumadan Geçmeyin
Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma
Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...
Blogun Kare Ası
-
D-Smart hafta içi her akşam House M.D. 'nin tekrar bölümlerini veriyor... Sonra da pazar günleri beş bölüm üstüste maraton çakıyor. U...
-
Kadınların paylaşacak daha çok materyali var. Popodur, efenime söyliyim genital bölgedir, herkeste var. Bir çift meme de Allah'a şükür b...
-
Bu ne sıcak lan? Olm bak adamın akılını başından alır, mübalasız söylüyorum götümden ter akıyor. Evet götümden! Arkama yaslanıp film seyrede...
-
Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...