23 Temmuz 2005

Sessizliğin Kölesi vs Be Your Self

Yeni bir akım harekete geçti, herkes de farkında. Hybrid şeklinde yeni gruplar ortaya çıktı; şaşılacak şey; bu grupların albüm satışları da gayet başarılı gidiyor.

Audioslave de bu gruplardan. Soundgarden adlı, benim müzik zevkime göre biraz "Amerikanvari" kaçan bir grubun her şeyi olan Chris Cornell, grubun dağılmasının ardından eski Rage Against The Machine ahalisine "entegre" oldu... Ortaya bir "gazı alınmış RAGE" çıktı. Bunun adı da "hybrid" oldu. Bu hybird de tuttu... Günümüzün müzik dünyası da artık endüstri olduğuna göre, eğlence vergisi diye bir kavramın olmasını da hak ediyoruz galiba.

Kaçıncı Luis için söylendiği tam bilinmez de, Fransa krallarından birisine dalkavuklarından birisi "Haşmetmehap, akıl vergisi koyalım. Kimse aklından taviz etmeyeceği için herkes bu verigi verecektir" demiş. Herhalde Descartés (Dekart)'tan etkilenmiş. Luis ise, görünen o ki, "modern" felsefenin bilge kişisinden de daha bilgeymiş; "bu harika bir fikir", demiş, "bu fikri verdiğiniz için de sizi bu vergiden muhaf tutuyorum".

Herhalde dalkavuk sevinmiştir bu habere, bununla birlikte siyasi otoriteye baş eğen ama gönül eğmeyen feylesof tahifesinin, Platon'un iddia ettiği kadar ülkeyi yönetmeye şamil olmadığını da ispatlar bu tez. Ve de Platon'u haksız çıkaran bir şeyler daha oluyor ya; müzik grupları, eski ağızla armonika kumpanyaları birbirinin içine girip dışına çıkıp, sonra da plaklarına yeni isimler koyup daha de zengin oluyorlar.

Peki Chris Cornell'ın yeni procesi bunun neresinde? Şüphesiz elimizde gayet iyi bir müzik çalışması var. Televizyon kanalları da birbiri ardı sıra plağın filmlerini yayınlama gayretindeydi albümün ilk çıktığı tarihlerde... Yada "çıkmadan önce" demeliydik, çünkü plağın en büyük vitrini olan "Be Yourself" adlı şarkının videosu, albümden önce yayınlandı.

İşte ne olduysa burada oldu benim için. Elimizde her ne kadar başarılı bir müzik yapımı var olsa da, ortaya çıkış şeklinin; üstelik son derece; ucuz olması kafamı karıştırmaya yetti. Bir satış nesnesi olmak zorunluluğu olan ve emek verenlerin ekmek kapısı konumunda olduğundan bir sanayi şekli olmasını da son derece naif bir şekilde karşıladığım müzik, karşılamaktan çok göğüs germek zorunda olduğum bir "reklam yarışı" halini alıp geçmekle kalmadı, para kazanmanın zorluğu en olmadık müsabıkları da bu yarışın içine çekti. Eski RAGE çileri reklam yaparken görmek beni rahatsız etti.

Tüm bu çekinceler CD'yi almaya engel mi... Alsa, her ne kadar içinde bir çok "piyasa" şarkı olduğu ilk dinlemede kulaklardan kaçmadıysa da; genel dinamiği itibariyle sadece arabada dinlenecek bir plak değil, orası kesin. Müzik türü seçenler için, rock türünün popüler alternatifleri arasında, kayıt aşamasının hassasiyeti ve müzikal alt yapıları itibariyle öne çıkacak bir albüm olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Tür tutkunlarının kesinlikle kaçırmayacağını, kolleksiyonlerlerin ise bir kaç tane alacaklarını da iddia ediyorum.

Tüm "piyasa" olumsuzluklarına karşı, Malmsteen'den (yada Bach'tan) kafanızı kaldırdığınızda dinleyebileceğiniz güzel bir alternatif.

Bu albümlük bu kadar...

Not: Yazı boyunca plak, film gibi, günümüz müzik sanayisi terim dağarcığı için yabancı kalan yada başka anlamlar ifade eden sözcükleri bilhassa seçtiğimi, ve onları en genel anlamda, aslında "değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi" olduğu gerçeğini kafalara kakmak için kullandığımı belirtmek isterim.

bu yazı 19 mart tarihinde, blogun yeni çehresi için yeniden yazılmış ve yayınlanmıştır.

07 Mayıs 2005

guru guru haftasonu

" yeeeyyyyyyyy haftasonu " diyceemi sanıyosanız çok yanılır çok üzlürsünüz... bu hafta ders çalışılacak bu yüzden evdeyim be annem.. gerçi nihaet bi cumartesi evdeyim ve şahanı bi izliycem de diyebilirim ama abi cumartesi günü saatin dokuzbuçuunda evde olmak bi tuhaf geliyo bana...

neyse şimdi önümüzdeki hafta hergün bi sınav var; bu yüzden periyodik olarak çalışılacak... şöyle düşündüm, hafta sonu ilk iki günkü sınava çalışıssam; sonra da bi ara diğer iki güne çalışsam süpper olur.. olur mu olur annem babam...

neyse; dotanın altı nohta fısır yedisi çıkmış, bilginize; bulabileceğiniz adres : http://www.filemirrors.com/search.src?type=begins&file=dota

kol'da da sunucu problemi var, oyuna giremiyom.. levıl yirmidört ice magim yazık öylece bekliyo bir haftadır level atlamayı... sınavları bi kolaylayayım da sonra hallederiz birşeyler...

ömer malı da çorluya gitmiş apar topar... la nereye bile diyemedik, ne işin var orda dedik...

dün msn'de yılllaaaaaaaaar sonra güneri gördüm; kayboldu sonra ama... adam deli yahu... vallaha böyle web-cam'den bi görüntüsü vardı hehe deli lan... LA GÜNER EHEHEHE

neyse; bi ara gün içinde yazarım işallah... güç sizinle olsun annem..

29 Nisan 2005

Jean Piere Jeunet - Audrey Tautou - Gaspard Ulliel

Film Adı: Un Lond Dimance De Fiançailles (Kayıp Nişanlı) Yönetmen: Jean Piere Jeunet Başroller: Audrey Tautou ; Gaspard Ulliel
IMDb: http://www.imdb.com/title/tt0344510/
Resmi: http://wwws.warnerbros.fr/movies/unlongdimanche

Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verdiği günlerde Fransız taşrasında iki aşık olan çocuk felçli yetim Mathilde ile köyün en "kız gibi" oğlanı Manech, birbirlerine evlilik sözü vermişlerdir. İşler umdukları gibi gitmez; Manech orduya alınır. Savaşın yıldırıcı etkisinden ötürü Manech'in bölüğündeki bir grup asker firar girişiminde bulununca apar topar yakalanırlar ve cezaları oracıkta infaz edilir. Ancak süreç içinde ne firar teşebbüsünde bulunanlardan haber çıkmıştır ne de cenazelerine ulaşılabilmiştir. Mathilde ise sevgilisinin ölmediğini yüreğinde hisseder ve 1920 Fransa'sında yetim ve sakat taşralı bir kadın olmanın bütün olumsuzluklarına rağmen Manech'i aramaya koyulur.

JPJ'nin bir diğer Audrey'li filmi Amelie ile mukayese etmeden duramadım Kayıp Nişanlı'yı. İlkin şöyle bir şey var: Her iki film de tam anlamıyla bir masal. Yalnız şöyle büyük bir farkla ayırılıyorlar: Amelie de cereyan eden hadise aslında son derece "olağan" bir hayat durumuyken, JPJ'nin detaylı anlatımıyla modern bir masala dönüşüyor. Kayıp Nişanlı'daki olaylar ise tam bir kahramanlık ve "karşı-kahramanlık" destanı olduğu halde, bu olaylara fon oluşturan diğer kişi hikayeleri öyle yumuşak bir "sempati" havasında veriliyor ki izleyicinin yüzünde tüm bu kedere rağmen bir tebessüm bıraktırıyor.

Film'in bir diğer üstün yönü ise, bir Avrupa filmi için çıktığı üstün görsel konum. Savaş sahnelerindeki gerçekçilik değil sadece söylemeye çalıştığım, ışık ve kamera kullanımında geliştirilmiş olan teknikler, JPJ'nin Hollywood'dan "dersini alıp" gelmiş olduğunun ispatı.

Oyunculuklar üzerine fazla laf etmeyeceğim; hikaye baskın çıkıyor ve herkesten rol çalıyor. Yalnız Gaspard Ulliel'e bir lafım var: Arkadaşım, kimin memesini avucunda hissettiğine dikkat et sen :)

Son söz olarak da Bingo Crépuscule bölgesinin savaştan sonra yemyeşil bir tarlaya dönmesinin yumuşak bir geçişle anlatılmasını eksik bulduğumu ekleyeyim. Bence buna biraz daha vurgu yapılmalı hatta izleyicinin gözüne sokulmalıydı ki savaşın anlamsızlığı üzerine düşünmek için herkese materyal versin

01 Ocak 2005

KERKÖYDER Onursal Başkanı Serhat Öztürk

Serhat Öztürk. Onu bir kaç kelimeyle tanımlamaya çalışmak, hakkında ansiklopedik bilgi verme gayreti içine girmek ne beyhude bir çaba.

Kerameti Kendinden Özenti Yazarlar Derneği'nin (KERKÖYDER) her yıl düzenli olarak verdiği ödüllere adeta ambargo koyan, bu yüzden de kurucusu olduğu derneğin Daimi Yöneticisi ve Onursal Başkanı seçilen Serhat Öztürk, son olarak KERKÖYDER'in "Ortadoğu ve Balkanlar'ın En Zeki İnsanı", "Avrasya'nın En Şaşırtıcı Yazarı", "Edebiyat ve Basın-Yayın Dünyası'nın En Süfersel Şahsiyeti" ödüllerinin de aralarında olduğu iki buçuk düzine kadar (30 adet) ödül kazandı.

Yazdıklarını okumaktan helak olduğunuz, her zaman "Daha, daha daha, çok daha" diye tutturduğunuz bu yüce zatın, siz okurları için hiç bir karşılık beklemeden blog yazıyor olması da size yeterli gelmiyorsa, zaten sizin artık iflah olmayacağınız kesindir. Gidin bir "Çekap" yaptırın (aman yanlışlıkla Çekyat yaptırmayın, yaptıran var da, uayarayım dedim!).

Serhat Öztürk'ün elinde proje mi var?

Baksana projeler üzerinde çalışırken yorgunluktan ne hale gelmişim

Her yazar öyle ya da böyle bir projeye sahiptir.

KERKÖYDER'in son olarak "Olmuş olabilecek İnsanların En İyisi" ödülünü açık ara farkla kazanan Yazar/Şair/Gazeteci/Eleştirmen/Çeliştirmen/Dövüştürmen Serhat Öztürk ise, projelerden azada bir hayat sürmektedir. Muhteşem insan Serhat Öztürk'ün engin yaratıclığı sıradan yazarlar gibi "Projeler" tarafından sınırlanamaz, bu sınırlamaları kabullenemez.

Serhat Öztürk'ün elinde proje mroje yoktur. O oturur, adam gibi yazar. Yazdıktan sonra da okudunuz mu, okduğunuzu anladınız mı diye düşünmez. Eğer üzerinde sürekli çalışacağı bir projesi olursa bundan da ilk olarak sizin haberiniz olur.

'felsefe çukuru'na ne oldu?

2-3 yıl kadar 'felsefe çukuru'nu, Emre'nin tanımlamasıyla "Günlük hayat teorileri" sitesi gibi derledim topladım. Tamam "Emek verdim, saçımı ağarttım" diyemem ama yazdım işte...

Sonra, o sebepten bu sebepten, sansür furyası üstüne yazar dururken, çrattadanak bir sabah baktım bloger da sansürlendi. o zaman anladım ki ben, içinde pek bi güzellik olmasa da felsefe çukuru etiketini seviyorum.

İşte o gün, sevdiğim felsefe çukuru ismini hak ettiği ölçüye çekmeye karar verdim. Onu bir blog olmaktan çıkardım ve köşeme isim yaptım. Çiçeği burnunda toy bir basın emekçisi olarak, benim de edinmekte olduğum mesleğimle ilgili heveslerim ve üstüne titrediğim özlemlerim vardı.

Köreltenler sağolsun! Otoparklarıyla, çiçekçileriyle, eczaneleriyle, belediyeleriyle, yemlik/arpalık haline gelen sayfalarıyla, meslek odalarına yaptıkları baskılarla, manşetleriyle, dedikodularıyla ve sütunlarına taşıdıkları kendileri gibi önemsiz isimleriyle, heveslerimi, tutkularımı, arzularımı, özlemlerimi köreltenler sağolsun!

Daha adını bile anlamayadığınız felsefe çukuru'nu el birliğiyle öldürdünüz işte. Ama ben çok iyi biliyorum, felsefe çukuru sizden de benden de büyük bir isim. Bazı kulaklara çalındığı anda sonsuza kadar yaşayacak ve hiç unutulmayacak bir isim. Varlığı insan ırkının varlığına armağan olacak bir isim.

Pusuya yattı bekliyor felsefe çukuru. Bir gün bir yerden önünüze çıkıverecek ve şurası kesin, pisliklerinizi yüzünüze vurmaktan çekinmeyecek.

ver der veremem

felsefe çukuru isminin, felsefeye çukur dediğini sanacak kadar gerzek olmak için acaba insanın hangi ırka/etnik kökene mensup olması gerekir. Öyle sanıyorum ki bu kadar açık bir kelime oyununu anlamayacak kadar zihin tembeli olanların varlığı, evrime getirilen en bilindik eleştiri olan "insan maymundan geliyorsa şimdiki maymunlar neden insan olmadı" zırvalığını çürüten cinsten...

İşte o maymunlar da insan olmaya başlamışlar. baksanıza, onları insanlardan ayırt edemiyoruz bile.

Bunun için, sırf bunun için, bir şeyler olmayı becermiş ahmakların arasında kalmamak için çekip gittiğinizde belki de yalancı/riyakar/ikiyüzlü damgası yemeniz mümkün oluyor. Ben de dedim ki kendi kendime, "Madem o aşağılık silsilede bir halka da ben değilim; o zaman onlara gereğinden fazla değer vermemeliyim."

Sebat?! Hayır bu bir sabır ve sebat meselesi değil. Çünkü, halıya işen köpeğinizi eğitmek sabır ve sebat meselesidir; anlamadığınız bir derse çalışmak, yurt dışında yaşamaya alışmak, yeni bir dil öğrenmek sabır ve sebat meselesidir.

Evrimin alt basamağında kalmış, gelişmemiş beyinleri ve dünyanın penislerinin/vajinalarının ucunda döndüğünü sanan kokuşmuş ahlaklarıyla, o insanların arasında kalmaya devam etmek insanın kendisine saygısını yitirmesi anlamına gelir.

Mahmut'un Tavukları

Yemlerken kudururdu çağlayanlar dağlarda
Gökten inen bir bağırtı kaplardı köy yerini
Uzat elini ve bir sıkıntı dile yaradandan
Yetmiyorsa tavukların hastalıklı ibikleri

Bir dua gibi, ibadet gibiydi her sabah
Arkasından bağırarak bir kümes dolusu tavuğun
Atmacalar ve dağdan inen kurtlardan korumaktı
Peşinden koşmaktı gayesi Mahmut'un

Sonra üzerine titrediği o tavukların
Günü geldi vadesi doldu darılıktaki
Bir düğün yahut bayram sofrası kurulunca
Tavuklar da yerlerini aldı sofradaki

Sezar'ın hakkı

bıçağın bir yüzünde yürüyorum, ayaklarım kesiliyor
sızıları gökteki istirahatgâhında Zeus'un
ve en son haykırışımla uykusundan uyanıyor
yıldırımlar yolluyor, en üstünden Olimpos'un

bıçağın yürüdüğüm yüzü soğuk, ayaklarım kesik kesik
her adımımda delikler açılıyor tabanlarımda
elimde kapkara çamur, bir isyan yükseliyor dağın doruklarına
çamur damladıkça ayırdına varılıyor Telos'un


bıçağın her yüzü artık keskin, ayaklarımın sızıları aşkın
etrafımda bir sessizlik haresi benimle dans ediyor
eyleşmekte ruhum, Zeus'un yalnızlığıyl
abir kabe bulur Zeus da tavaf etmek zorundaysa


nihayet bıçaklar ardımda, ayaklarım her şeyin farkında
bıçaklar işte, şimdi sırtımda gümüş parlaması
bir saray ihanetinin oyununa geldi dostum da
bana en çok koyan, bıçağı Brütüs'ün sallaması

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası