27 Mart 2015

İstatistikleri altüst ediyoruz

Seçime kısa bir süre kala, haber siteleri ve internet gazeteleri gümbür gümbür propaganda yarışında... Ben başka mitolojinin gazetecisi miyim, anlamadım... Bambaşka bir iklimde mi doğdum, besmelem mi tutmadı, abdestim mi bozuk... Gazetelerin [1] bu kadar canhıraş bir biçimde "taraf tuttuğu" bir siyasi iklim olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Bu tabansız tarafgirliğin en billur noktası da anket haberleri bence... Anketlere bakacak olursanız, seçimin 4 farklı galibi var... Anketlere bakacak olursanız 6 farklı koalisyon kurulacak... Anketlere bakarsanız Türkiye'nin seçmen profili, "Siyaset Bilimi, Oy Verme Psikolojisi ve Siyaset Sosyolojisi" kürsülerini titretecek ölçüde rasyonel.

Felsefeci ve Siyaset Bilimcisi olmak üzere 2 diplom var -- görgüsüzce "ehehere diplomam var ki" anlamında söylemiyorum bunu -- şunu ifade edeceğim; politik insan fenomenini bırakın çözmeyi, kavramaya başladığımı iddia etmekten çok uzaktayım. Yerel ve ulusal mecrada, yayınevleri, gazeteler ve dergilerde yazar, muhabir, sayfa sekreteri ve editör olarak çalıştım, 30 senelik kısa hayatımda siyasete ilişkin öğrenebildiğim şu oldu; ülke yönetimi sandığa emanet edilmez!

Bu konuda akademik olmayan bazı tespitler yapmak için blog'dan daha elverişli ortam yok aslında. Fazla da uzatmadan şunu iddia etmek istiyorum: Emanet edilmemiştir de! Tarih boyunca, asla! Milyarlarca dolarlık ekonomik ve askeri gücün, sandıktan fırlayacak bir çıkıntıya emanet edilebileceğine inanan varsa, hala aynı saflıkla hayatı yaşamaya devam edebilir.

İstatistikler bize tersini söylüyor oysa... "Medyan seçmen", "orta terim", "oy esnekliği" gibi terimlere hiç bulaşmadan şunu söyleyelim; kamuya yansıtılan kısıtlı verilerin niteliği, siyasi muhakeme becerisi açısından yeterli olması imkansız durumdaki "oy vericinin" tercihini etkilemek [2] için elverişli hale getirilir, üstelik bu süreç öyle sofistike biçimde yürütülür ki, gazetelerin iktidarlar ya da muhalefetteki iktidar alternatifleri lehindeki söylem ve eylemleri de, aynı sürecin ortak belirleyicilerinden olabilir. İstenmeyen sonuçlara sebep olabilecek "standart sapmanın dışındaki seçmeni" pasifize etmek için yapay gerilimler icat edilip, ahvalimize ilişkin malumat güzelce rafine edilebilir.

Demem o ki, gündemi meşgul eden polemiklerden, sandığı etkileyecek bir sonuç çıkmayacağına ikna olmaya, siz de başladınız büyük ihtimalle, barınç you?

Notlar:
[1] Gazeteler diyerek yaptığım genellemede, genel itibariyle haber medyasını kastettiğimi hatırlatırım. Mecrası ne olursa olsun, kağıt/radyo/televizyon/internet/telepati...
[2] Seçmen değil, oy verici... Çünkü tercihi, daha doğrusu tercih melekesi gaspedilmiş haldeki kişiye seçmen demek haksızlık olur!

18 Mart 2015

Huxley vs Heisenberg

Dün bir yazı ekledim, ama akşamına fark ettim ki, yazının ilk paragrafındaki “Huxley’nin LSD’li kafası” sözüyle, yazara biraz fazla yüklenmişim... Hepsinin sorumlusu, cümlenin başına “kadim felsefe” sözünü karıştırmamla oldu.

Meseleyi biraz açıklarsam, kimseye de haksızlık etmemiş olurum diye düşünüyorum. İlkin Huxley dediğim kişi yazar Aldous Huxley. Durup dururken adını zikretmiş gibi görünmeme sebep olansa kendisinin meşhur kitaplarından The Perennial Philosophy’nin yakın zamanda Kadim Felsefe adıyla Türkçe’ye çevirilmiş olması. Cümlenin içinde “kadim felsefe” lafı geçince otomatik pilot beni Huxley dolaylarına yönlendirmiş.

LSD meselesiyse yazarın bir başka kitabı olan Algı Kapıları adlı eserin, ceberrut muktedirlerin “muzır” kabul ettiği bazı narkotik maddelerin, bireyin dünyayı algılama ve deneyimleme biçimlerinde yarattığı değişikliğin, evreni anlamlandırma açısından bize başka bir yöntem sunup sunamayacağını araştırmaya adanmış olması. Değinmeden geçmeyelim, kitabın bir bölümünde Huxley, bu narkotiklerle yaşadığı kendi deneyimlerini de okuyucuyla paylaşmış; ki buradan, narkotikleri sadece bu kitaba materyal eklemek için kullanmadığı gibi bir izlenime de kapılıyor insan, zira hayli detaylı tarif edilmiş ve birden çok defa deneyimlenmiş durumları anlatıyor kitapta...

İşte bu bilgiyi aklımızın arkaplanında tutarak Kadim Felsefe’yi okursak, Huxley’nin bu kitaptaki “mistik bilicilik” tavrının, çokça narkotik kullanıldıktan sonra kazanılmış bir tavır olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bunun için de, ellibin yıllık kollektif bilinçten söz ettiğim yazıda, bir de işin içine kadim felsefe lafını karıştırınca, ben de sanki bir tür mistik tavır takınmışım gibi hissettim ve Huxley’nin bir “LSD müptelası” olduğu yollu bir espriyle söz konusu cümleyi bitiriverdim.

Okuyucu kendisini kötü hissetmesin, beni ya da Huxley’i ayıplamasın diye şunu açıklamayı kendime bir borç sayıyorum: Huxley’nin LSD müptelası olduğuna dair somut ya da dolaylı bir bilgiye sahip değilim. Kaldı ki, bir çok “muzır narkotik” maddenin yaygara koparmaya değmeyecek kadarzararsız olduğunun giderek anlaşılmaya başlandığı günümüzde, Huxley eğer LSD müptelası olsaydı bile, kendisini kınamak için fazla sebebimiz olmazdı gibi geliyor bana.

17 Mart 2015

Manyak kardeşlerim benim!

“Dünya kötü değil, insan zayıf.” Basit bir laf. Bir çırpıda söyleniveriyor, o yönden de basit. Bu lafı bulması yahut uydurması da çok zor olmasa gerek. Elli bin senelik kollektif bilinçten akıp geliyor. Bir kadim felsefe ki; derinliği olduğunu sorgulamak için Huxley’nin LSD’li kafasına [1] da sahip olmak gerekmiyor. Basitliğinden bahsederken, şunu da belirtelim, yalın ve sadeliği kadar, dolaşıksızlığı ve “primitifliği” de kastediyorum. Ama çoğu zaman olduğunun aksine, olumsuz anıştırmaları akla getirmeksizin...

Dün akşam, bir süredir her Pazartesi akşamı olduğu gibi, televizyon izledim. Sıcağı sıcağına blog’un başına oturuverdim hemen. Çünkü, bir çok okurun bilemeyeceği bir şey yaraladı beni: İlk prova!

İlk prova derken, gazetedeki ilk prova... “Bilgisayara çıkmayacak bu gazete, kağıt üstünde bir görelim hele” demek, A3’e sayfanın siyah beyaz ilk provasını basıp karşısına geçmek... Bunlar, gazetede/dergide/yayınevinde çalışmamış kimseleri ne kadar etkiler, orasını bilmem. Koca koca adamların “kağıt üzerinde görmeden karar veremedikleri halde” yine de kendilerine “gazeteci” demeleri de ironiktir zaten ama...

Yaraladı beni. Bilhassa da Nâzım’ın “... bana layık patron da bu ülkede yok...” demesi çok yaraladı. Birilerinin kendi vasatlıklarını meşru kılabilmek için, seri bir biçimde vasatlık ürettiği; vasat satanın iyi satıcı, vasat alanın da bilinçli tüketici olarak kıymet gördüğü bir çağda; yani bu çağda... Vasat editörlerin, beni olduğu gibi belki sizi de, kendinizden şüphe etmeye sevk ettiği olmuştur, bilinmez.

Olduysa da olmadıysa da... “Dünya kötü değil, insan zayıf” dedikten sonra, bilemedim ki ben, kendi emeğinden şüphe etmeyen Nâzım’ın ayırdına vardığı “bana layık patron yok” önermesinin de mi, acaba içi boş?! Çünkü; bana oldu. Kendimden şüphe ettirdiler. Düzenli olarak da ettirmeye devam ediyorlar zaten. Ama böyle sudan sebeplerle hatırlıyorum bazen, şüphe edilmesi gereken şeyin, “Vasatlık Üretim A.Ş.” adına çalışanlar olduğunu. Onların hakikatinin şüpheye değer ve onların erdeminin müphem olduğu, onların sadakatlarinin kaypak ve onların dürüstlüklerinin çok “ucuz” olduğunu...

O zaman, Nâzım’ın bana da bir cevap borcu yok mu? Neresi kötü değil bu dünyanın; ve nerede, bu tekasürün deveranına gark olmamaya karar veren, benim zayıflığım. Allah aşkına söyle Nâzım Burak!

Notlar:
[1] Huxley ve dumanlı kafa yakıştırması, okuyucumu rahatsız etmesin diye kısa bir açıklama yazdım, bir zahmet onu da okursanız memnun olurum...

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası