30 Eylül 2010

Türkiye Smiley Partisi

Tüzük o1: Türkiye'de genel geçer siyaset yapma üslubunun dışına çıkıp evrensel barış ve kardeşlik argümanlarını benimseyerek siyaset yapılabileceğini sananlara "Smiley" denir.

Tüzük o2: Smiley'lerin ortak özellikleri; hemen her şeye iyimser bir perspektiften bakmaları, daimi tebessümleri, kötülüklerin arkasında bile iyilik aramaları, ayrıca çok güzel "Liseli kızların spor çantalarının arkasına yapıştırdığı etiket/metal rozet olma" yatkınlıklarıdır.

Tüzük o3: Türkiye'de gülene "Karı gibi gülme lan" denir. Ağlayana da zaten "Erkek adam ağlar mı" denir. Demek ki Türkiye'de erkekler hislerini gösteremezler. Hissizdirler. Sokayım Türkiye'deki erkeklere.

Tüzük o4: Türkiye'deki erkeklerin çoğu basbayağı askere gitme hususuna "Yussuf yussuf" çekseler de, nedense hepsi sanki tek korkan benmişim gibi davranmaktadır. (İpnesiniz lan!)

Tüzük 05: İyimserliğin ve vurdumduymazlığın şampiyonu olan Smiley aslında en büyük evrensel barış simgesidir ve özellikle de Latin Alfabesi kullanan ülkelerde hızla günlük dile karışan internet/yazışma kültürünün etkisiyle varlığını hisstermekte ve gücünü arttırmaktadır. Smiley'ler birleşse tek başına iktidar olur olmasına ama sorun çözmeye falan da yanaşmaz hergeleler.

Tüzük o6: İş bu tüzük, parti kurulamadığı anda kendi kendisini imha edecektir.

Oğlanla kız

- Haksızlık bu, senin beni sevdiğini söylemen haksızlık!
- Neden haksızlık olsun? Sen de beni sevmiyor musun?
- Ama iş sevmek olduğunda sen arsızsın! Çok seviyorsun sen, her şeyi, herkesi seviyorsun. Sevginin bu kadarı mümkün değil, samimiyetsiz!
- Beni samimiyetsiz olmakla mı suçluyorsun yani? Gerçekten sevmiyor muyum seni?
- Sen sevgi denen duyguyu diğer duygularından ayıramıyorsun belki de... Herhangi bir duygu senin için sevgi oluyor.
- Ama neden öyle olsun. Gerçekten seviyor, sevmeyi istiyor olamaz mıyım? Ya da seni de seviyor olmam çok mu imkansız?
- Öyle değil. Hayatına baksana: Seni seven bir ailen, arkadaşların, akrabaların var... Sana hayran olan yüzlerce insan var, komşuların bile seviyor seni. Hele köpeklerin! Nefret ediyorum o köpeklerin bile seni sevmesinden. Onlar köpek, sadece sadakati bilmeleri gerek ama seni seviyorlar! Haksızlık bu, çünkü ben hayatımda bu kadar sevgiyi hiç görmedim. Buna rağmen seni seviyorum! Şimdi sen beni sevdiğini söyleyince kendimi nasıl hissetmeliyim, sevgiye doymuş birinin beni sevmesine nasıl sevineyim?
- Tamamen yanılıyorsun. Ailem, arkadaşlarım, köpeklerim... Hepsi beni seviyor, ben de onları seviyorum. Ama sen... Sen beni sevmesen de ben seni seviyorum. Çünkü o kadar gereksiz ve vıcık vıcık olmuş sevginin içinde, ben aslında seni sevmeye muhtacım. Sevgiye açlığım hiç bitmediği için herkesi ve her şeyi sevdim ama yine de doymadım. Oysa bir tek seni sevmek tatmin ediyor beni.
- ...
- Buna rağmen çekip gidecek ve beni sevsen bile sevgimi kabul etmeyeceksen sen bilirsin.
- Saçma bu, söylediklerin gerçek olamaz. Bunlar da samimiyetsiz. Sadece güzel konuşuyorsun ama samimiyeti hissettirmiyorsun.
- Olabilir, belki de haklısındır. Belki ben sevgi arsızıyımdır, belki sevgi şımarığıyımdır. Yine de bütün bütün samimiyetsiz olduğumu göstermez ki bu?
- Sen... Sen hayatta her şeyi bırakıp gittin. Hiç bir işte 4 aydan uzun çalışmadın. İlk zorlukla karşılaştığında hobilerine bile sırt çevirdin. Sanatından, müziğinden ve yazarlığından da vazgeçtin, sırf tatmin olamıyorsun diye. Benden de vazgeçmeyeceğini nereden bileceğim.
- Bilemeyeceksin. Ve bana hiç bir zaman güvenemeyeceksin.
- Bu şartlar altında seninle nasıl beraber olurum.
- Ama bu şartlar herkes için geçerli, sadece benim için değil. Herkes daima yanında olup seni seveceğini taahüt ederek bir ilişkiye başlar. Oysa çoğu zaman, konu sevmek olduğunda, herkes kolay kolay sevgisine sahip çıktığını geçmiş tecrübeleriyle ispatlayamaz. Eski sevgilerden referans bulamaz kendisine... Ama benim öyle güçlü bir sevgi geçmişim var ki, bana güvenmiyorsan bile ona güvenmelisin.
- Bırakıp gitmemene, sevmekten vazgeçmemene yeterli midir daha önce sevdiklerin?
- Değildir. Ama başka kim sana bu kadar çok sevgi vaat edip, "Sevdiklerim seveceklerimin teminatıdır" diyebilir.
- ...
- Yine de gidiyorsan, durma. Çünkü kararsızlığın sevgimi değil ama hayranlığımı azaltıyor sana.

Not: Devamı gelebilir...

28 Eylül 2010

Yazmanın engellenmesi üzerine 5 aksiyom

Aksiyom o1: Defalarca yazdım, işin ilmine haiz olduğum halde yeni medyayla * aram iyi değil. Web 2.0'ın bilgi çöplüğünde interneti eğlence amaçlı kullanarak kendi en büyük icadımıza haksızlık ediyoruz. Ama yine de yazmadan duramadığım ve yazacak başka mecra bulamadığım için blog yazmaya devam ediyorum.

Aksiyom o2: İyi bir yazar, ister istemez yazacaktır. Yazma dürtüsünün önüne geçilemez. Durdurulamayan bu ihtiyacın dizginlenmesi ve dingin hale getirilmesi kimi zaman zorunluluktur. Bir insan, çoğu zaman saçma sapan şeyler düşünür. Bu da yetmezmiş gibi çoğu insan da iyi yazamaz. Onun için yazılanlar olması gerekenden de saçma olabilmektedir.

Aksiyom o3: Ben iyi bir yazarım! Bakın, eli kalem tutan olmakla ekmeğini kalemden kazanan arasında bir fark vardır elbet. Ama ekmeği kalemden gelmiyor diye, benim para kazanan bir yazardan daha az yazar olduğum söylenemez. Daha kötü olduğum da... Yiğit Bulut ne kadar gazeteciyse o kadar gazeteciyim, İclal Aydın ne kadar edebiyatçıysa o kadar edebiyatçıyım. Hatta düşünüyorum da, Yiğit de İclal de benim götümü yesin.

Aksiyom o4: Yazmamın önüne geçilemeyeğine göre, yazdıklarımın önünü ben almalıyım. Yoksa saçma sapan yazabilirim. Bugüne kadar saçmalamamış olmam rastlantı eseridir.

Aksiyom o5: Yazıya başlatan ruh halinin içine sıçma konusunda uzman olan kişiye "Anne" denir. "Anne" kişisinin sizden gün içinde isteyebileceği şeylerin listesini bir kağıda okunaklı biçimde yazarak çalışma odanızın duvarına asarsanız kritik durumlarda rahat edersiniz. Yine de "Anne"nin öğlen saatinde odanıza gelip "İdris ustaya gidip shingle'ları soralım, camcılara gidelim çerçeve bakalım, bankayı ara kartına şifre al, yok en iyisi şehre gidelim de hem saçını da keseceksin ya zaten" diye vık vıklayarak bütün "Mood"u sikmesi sık raslanan bir durumdur.

20 Eylül 2010

Senin tribin kime, Hürriyet? *** SON DAKIKA


Haber metninde niye doğru yazdın da başlığı sıçtın, ey editör? (kaynak: http://bit.ly/9WyvXk)

SON DAKİKA: Az önce düzelttiler, yanlış hali sadece bende var :)
*
*   *




EK: Al bir de twitter sıçızlaması (kaynak: http://twitter.com/Hurriyet/status/25042714309 )

19 Eylül 2010

Liberalcilik heveslileri yalan söylerken susmayı kabullenemem!

Biliyorsunuz, her ay bir kere yazmaktan vazgeçtiğimi söylüyorum. En son 2-3 gün önce söyledim. Böyle hissettirenler utansın, ama utanmıyorlar ki... Ama haklı olduğum taraflar yok değil. Başıma hep bir şey geldi. Hapislerde çürümedim gerçi ama sağduyunun sesini duymak isteyenler davullu zurnalı eğlencelerle sesimizi bastırırken, gerçek YAVŞAKLIĞI yerinde görüp yaşamanın haklı "gururunu" tebessümle kabul ettim ben de.

Kalem ehlinin ekmeğini kalemden kazanması, riyakar ve sermaye-muhibi bir entelijansiyanın olduğu ülkemizde, sadece fantezidir. Arabeskin YAVŞAK olduğunu söyleyen Fazıl Say, aslında fantastik medyanın YAVŞAKLIĞINI dile getirmeye çalıştı herhalde. Zira kalıbımı basarım, evrendeki bütün yavşaklar dile gelseler ve kendilerine "Plaza köşecilerinin herhangi birinin kafasında bite dönüşmek ister misiniz?" diye sorulsa kusup küfür ederlerdi!

Bana bu satırları yazdıran son plaza kahramanı da Emre Aköz oldu. Daha önce genç hanımının Türkçe yerine Uydurukça adında olduğunu tahmin ettiğim bir lisan kullandığı muhteşem RADİKALLİKTEKİ yazılarını da sizlerle paylaşmıştım. Bir patron gazetesinden başka patron gazetesine salvo / selam, şahane hayatlar süren bu insanların, sırf hakim siyaset anlayışına eklemlenmek istedikleri için bile eleştirilmeleri gerektiği aşikar. Ancak aymazlık olarak kabul edilemeyecek bir yalan neşriyata dahil olmak, Emre beyefediyi mahkemelerde değilse bile en azından tarih önünde suçlu konumuna düşürecektir.

Emre Aköz, Sabah'taki yazısında LeMan yazarlarını Silahlı Kuvvetler'e yalakalık yapmakla suçlamaktan geri durmamış . Kendi "düzeyli" üslubuyla aynen şöyle demiş Aköz: "Leman dergisini çıkartan kadronun çoğunluğu, sol maskeli Kemalistlerden oluşur... Orduya yaltaklanıp dururlar. Bunlar asker civelekleridir. İsteyen bu Osmanlı terimini, 'pon pon oğlanlar' diye çevirebilir."

Söz konusu yazıda yaratıcılıktan anlamamakla suçladığı çizerleri eleştirirken kullandığı "pon pon oğlan" tabirini anlamayanlar için, LeMan dergisinin, Aköz'ün yazısına da konu olan ilgili tarihli kapağına bakmak yeterlidir aslında. Kendisine "pon pon kız" yakıştırması yapılan Aköz, "akıllara durgunluk veren bir yaratıcılıkla" LeMancıları "pon pon oğlan" diyerek eleştiriyor.

Gerçi Aköz'ün suçlamasındaki "sol maskeli Kemalist" ifadesi de yazarın iktidara ne kadar "cilve" yaptığının gösteren bir kanıttır. Ama kendisiyle ilgili psikopatalojik analizi yapma işini uzmanına bırakıyorum. Benim diplomalarım henüz o konuya yetmiyor...

Yazıyı görür görmez, blog'a veda ettiğimi düşündüğüm için, öncelikle Facebook'ta bir iki kelime etmiştim... Aköz'ün yazısını paylaşarak yayınladığım yorumda kullandığım ifadeleri aynen blog'da da tekrar etmezsem riyakarlık yapmış olurum. Buyurun alıntılayalım:


80 darbesiyle ilgili tonla kapak çizmiş, daha kimse şoku atlatıp üstüne gidemezken son e-Muhtıra'yla bile kapaktan dalga geçmiş, kurucuları cuntanın işkence labaratuvarlarından, okuyucuları (LiMon zamanında) 90'larda karakollardan geçmiş, henüz "Müslüman" geçinenler Filistin'de olanların farkında değilken "Filistin Özel" sayısı çıkararak iktidar şakşakçılarına 10 sene önce ders vermiş saygıdeğer Leman dergisi yazarları, çizerleri ve okurları hakkında en ufak bilgisi olmadan camlı plaza ofisinden memleketin akıl küpü olduğu izlenimi yaratmaya çalışan Emre Aköz'ü zaten ciddiye almıyorduk da, artık kendisine hepten gıcığız, haberi olsun!
Leman almanın "kabahat" sayıldığı günlerde, dergiyi gazetenin (tercihen Hürriyet) içine saklayarak eve dönebildiğim günlerden sonra, Emre ağabeyin çok beğendiğini sandığım gerçek bir demokrasi ortamına kavuşmamızda emeği en çok geçenler olarak belki de Tuncay Akgün, Mehmet Çağçağ gibi Leman'ı yaşatmaya çalışan özverili insanlar var. Emre Aköz yaşını başını almış bir insan olarak "Yediği çanağa pislememesi" gerektiğini öğrenememişse hata etmiş. Ama bugün daha hoşgörülü bir ülke olmayı başardığımızı iddia etme seviyesinde olanlar söze önce besmeleyle sonra da "Leman" ile devam etmek zorunda. Ama biz Emre Aköz'den bu gerçeği kabullenmesini beklemiyoruz, çünkü Leman şimdiye kadar hiç, iflasın eşiğindeki devlet bankasından çekilen yarım milyar dolarlık krediyle Başbakan'ın "yakınlarına" peşkeş çekilmemişti... Kendisi sadece o tür bir "Medya" organına alışık olduğu için okurları ve yazar/çizerlerinin özverisiyle ayakta kalan bir derginin varlığı kendisinin idrak yeteneğinin hayli dışında kalıyor.


Haber sitelerini okurken yeniHarman'ın blog sayfasında da Tuncay Akgün imzalı ve Taraf gazetesine cevapmış gibi görünen bir mesaja denk gelince, iktidarın fikri değilse bile siyasi gücünü aldığı kanadın hızla LeMan'a taaruza başladığını anlamak zor olmadı. Aslında bu durumun açıkça farkındaydım ama bu kadar alenen yalan söyleyerek, isimler zikrederek ve son yılların popüler tabiriyle "Dezenformasyon" yaparak okurları manipüle etme gayretine cürret edilebileciğini hiç düşünmemiştim.

Ne diyeceğimi bilmiyorum. Yukarıda kendimden alıntıladığım satırlarda yazarlar Emre Aköz için olduğu kadar, sanırım Taraf için de geçerli. Sanırım sürekli "Batıyoruz" propogandası yapan Taraf'ın ayakta kalmak için okurlara kuponla Alkim kitaplarından dağıttığı satış arttırmaya yönelik kampanyaların yeterli olduğu sonucuna varmamız gerekiyor. Çünkü senelerdir "Batıyoruz" çığırtkanlığıyla piyasanın en pahalı bir kaç gazetesinden birini çıkarmaya devam eden Taraf'ın, zarar ettiği mağazasına "Kapatıyoruz" afişi astıktan sonra kara geçince açtığı diğer dört mağazaya da "Kapatıyoruz" adını veren ve zengin olan kurnaz mı kurnaz  işadamın Mehmet Koçoğlu'ndan farkı olmadığını düşünmeye başlayacağız. (Tesadüftür gerçi ama aslen Rizeli olan Koçoğlu, bir yerde Başbakan'ın da hemşehirisi...)

18 Eylül 2010

Bu blogu RSS'den silin!

Bazı kararlar aldım. Sık sık yaptığım bir şey. Gel git akıllı olduğumdan zırt pırt fikir değiştiririm. "Not defterine gerek yok, not edilecek kadar önemliyse zaten unutmazsın" veczine sadığım. Yani defter de hak getire... Aklıma gelenleri derli toplu yazmak gibi bir alışkanlık yok. Karne notu buradan zayıf. O yüzden sürekli fikir değiştiriyorum.

Miniblog, tumble falan değişik hadiseler ama... Yani Oray Eğin bile life style yazmaya karar verdi. Gerçi ben de referandumdan, ama EVET sonucundan değil de referandumun kendisinden, biraz bir sersemlik yaşıyorum. Oy veren koyunlar... Oy vermek... Oy sandığı... Ama sonucu beğenmediği için memleket değiştiren yazarla ortak noktam da olsun istemiyorum. Life-Style, kurtuldun benden.

Benim tadımı kaçıran Akil Adamlar oldu, ki bu konuda ısrar da etseniz bir daha kalem oynatmam. Tek bir cümle: Kürt ayrımcılığını çözmek, Yugoslavya'yı bölme projesinin teorisyenlerine kaldıysa, bizdeki meczupların hepsi bayram edebilir demektir; çünkü bu ülke bitmiştir!

Hepinize sevgiler, sevgi kelebekleri. Yokluğumda doğayı koruyun, askerden gelene kadar gün sayın!

14 Eylül 2010

Tabloları okumak

Yeni ve eskisine göre çok daha demokratik bir anayasaya sahibiz ya artık... Hani özgürlükler konusunda akıl almaz bir yol kat ettik ya birden yüzde 58'le... Diyelim ki bu muhteşem "Demokrasi zaferini" (!!!) kutlamak için Başbakan'ın yaptığı konuşmayı izlediniz, kamerayla kaydettiniz. Sizin kadar şanslı olmayan azınlıkla paylaşmak için de internete yüklemek istiyorsunuz.

Yükleyebiliyor musunuz? Hayır! Neden? Çünkü yasak! Kim yasakladı? Özgürlükçünün daniskası hükümet!

Referandumun sendikal hakları arttırdığını iddia ediyorlardı EVET kampanyası yürütenler. Onlara bir mesajımız var. Biraz dolaylı ve "köşeli" bir mesaj. Çokça "Tablo okuma beceresi" istiyor, hani cemaatin çaldığı KPSS soruları arasında önemli bir yekün teşkil eden beceri sorularından...


Kanada'da yapılan bir sosyolojik çalışma, son 15 yılın verilerini izleyerek gelecek 5 yıla ait bazı tahminlerde bulunuyor. Buna göre işgücüne dahil olanlar içinde lise ve daha az eğitime sahip olanların oranı azalırken, yüksek okul ya da üniversite eğitimi almış olanların oranı artıyor. Bununla beraber işe alınmak için lise eğitiminin yeterli görüldüğü yeni istihdam alanları artarken, en azından üniversite mezunlarının başvurabileceği işler neredeyse yarı yarıya azalıyor.

Dünya ekonomisi kendine niteliksiz ve eğitimsiz, gönüllü köleler yaratarak işgücü ihtiyacını kapatmayı başarmanın bir yolunu buldukça, eğitim alanların oranı artsa bile istihdam açısından bir avantaj görülemeyeceği için eğitime talebin azalması beklenebilir bir sonuç. "Lise mezunu olmak yetiyorsa ne diye okumaya o kadar para dökeyim" diye düşünen onbinler, hayatını devam ettirebilmek için bir iş bulmak umuduyla eğitimden ve akademik gelişimden geri kalıyor.

Hatırlıyorum, Başbakan "Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir zorunluluk yok" demişti. İstihdam yaratma sorumluluğunu omuzlarında taşıyan hükümetin başı, topu "İş beğenmeyen" üniversitelere atmıştı. "Üniversiteliyim diye burnunuzu oraya buraya sokmayın" demeye getirmişti bir yerde...

Bunlara ek olarak, üniversite personeli olarak çalışanları da içine alan ve 50/d olarak bilinen statü de özellikle araştırma görevlisi kadrolarındakileri canından bezdirmiş durumda. Ancak hükümetimiz giderek daha çok "Haddinizi bilin" mesajı göndermeye devam ediyor. Yani çalışma yaşamında giderek koşullar ağırlaşırken, ağırlaşmanın önünde hız kesme değil de yapılan kıyımı arttırma rolünü oynuyor hükumetler. Sadece bizimkisi değil, bütün hükumetler bunu yapıyor gerçi. Ama sadece bizim hükumetimiz bunu yaparken tam aksini yaptığını iddia edebiliyor. Ve sadece bizim seçmenimiz bu aleni yalana inanıyor. Üniversite asistanlarına sendika yok, ama cemaatin şişirdiği üniversitelerdeki asistanlar ısrarla EVET-perverlik yapıyor.

Ne diyelim... Demokrasi bayramınız mübarek olsun...

12 Eylül 2010

Kabul edilen AKP anayasası değil ABD anayasasıdır

ABD'de Cumhuriyetçiler sağcıyken, bizde Cumhuriyetçi partinin solcu olduğunu iddia etmesine kim inanır? Barrack Obama! (O esprideki tandansı yakalayamadım ama idare edin artık)

AKP sempatizanı olduğunu bildiğim bazı arkadaşlarıma ve tandığım insanlara söylediğim şey, anayasa yapımının politize olmaması gerektiğiydi. Nitekim arkadaşlarıma söylediğim "AKP'ye oy vermekle referandumda evet demek arasında ciddi bir odak farkı var. Söz konusu metin ABD dayatmasıdır, AKP'nin tasarrufuyla yapılmamıştır" dedim.

Bunu söyledikçe sanki iktidar sahiplerine sövmüşüm gibi kızdılar bana. İleri karakol Türkiye'de, Beyaz Saray'ın onayı olmadan yellenmenin bile mümkün olmadığını düşünecek kadar safsanız eğer, asıl kızılması gereken sizsiniz demektir, ben değil...

Nitekim, Başbakan sonuç konuşmasında "Okyanus ötesi" dedi diye herkes "Cemaat, Fettullah Hoca" yakıştırması yaptı ama işin kokusu şu haberle çıktı: Obama'dan Erdoğan'a tebrik mesajı.

Seçim, genelinden yereline farketmez, söz konusu olsa bu tebrik mesajını anlarım. Ancak Obama'nın bu mesajının arkasında "Evet çıkmasaydı görürdünüz siz" anlamını aramak için kötü niyetli olmaya gerek yok.

Kısaca, sırf bu yüzden bile BOYKOT edilmeliydi ya bu referandum... HAYIR deseydiniz bile apışıp kalacaktı Coni'lerin beyin takımı. Hoş, Coni'lerin basket takımı da acımadı ya bize finalde, referandumda sokmuşlar çok mu?

11 Eylül 2010

Referandum öncesi monologlar


Şu saate kadar saçmaladıklarım:

  • Referandum iyi de çevresi kötü.
  • Partilerin "Hayır'lı olsun" ya da "Bir oy'un var" biçiminde kampanya yürütmesi; Fotomaç türü manşet kültürünün siyaset arenasında da egemen olduğunun kanıtı. Böyle yozlaşmış bir ortamda sandıktan oy yerine yılan çıksa ne işe yarar?!
  • "Bir laik hayır diyorsa o belki demektir. Belki diyorsa evet demektir. Evet diyorsa artık türbana girme vakti gelmiş demektir" - Başbakan son mitinginde wishfull thinking yaparken.
  • Aktif siyaset yaparken iyiydi de, referandum gibi siyaset kurumuna nazaran daha "meta-dil" olmuş bir kurum Kemal Kılıçdaroğlu'nda eğreti durdu.
  • Önce YÖK, sonra TSK son olarak da ÖSYM'nin itibarı düştü. Bu referandum vesilesiyle YSK'nın da bir skandal patlatıp siyasete kurumuna "ajite" olması an meselesidir gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?
  • Ben sana anayasa yap demiyorum, yine yap ama hobi olarak yap!
  • Nefesler tutuldu herkes yarın akşam 6'dan itibaren TV'de açıklanacak sonuçları bekliyor... Buna rağmen halkı en çok heyecana sevk eden haberin "Haluk Bilginer ve Kıvanç Tatlıtuğ Ezel'e geçti" olduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım.
  • Ben anayasa yapımından anlamadığımı söyledikten ve oy kullanmamamı bu konudaki yetersizliğimle açıkladıktan sonra, okuma yazma bilmeyen yaşlı teyzelerin koşa koşa sandığa gittiğini görünce "Halkın iradesini hazmedemeyen elitist" damgası yiyorum ya... Gel de inci sözlük'te küfretme buna!!!
  • Oy pusulasının üzerinde sadece EVET ve HAYIR yazacak... Bu yüzden pusulaya vuracağınız damganın üstünde de EVET yazmıyor olması gerek. Sandığa gittiğinizde üzerinde TERCİH yazan damgayı isteyin, yoksa oy kullanmayın. Evet oyu verecek olsanız bile yapın bunu. (Çünkü müşteri her zaman haklıdır...)
  • Referandum arifesinin seçme twitleri: (Penguen'de Muşmula köşesini yazan Faruk Kaya) Musmulapenguen: Bu akşam sabahlayıp çalışıcam, daha önce çıkmış sorular ve referandum notlarına ihtiyacım var // Denizkestane: @musmulapenguen yök el atlından çıkan referandum sorularını dağıtıyormuş

Ayranı yok içmeye, en pahalı faturayla girer internete


Yukarıdaki resimde, 1MBit/saniyelik veri iletim hızına sahip birim internet erişimi aboneliği için kullanıcılardan talep edilen fiyatlar gösteriliyor.

Hesabı şöyle yapalım. Japonya 61MBit/s'lik internet için, Mbit başına $0,27, yani 27 sent para talep ediyor. Toplam ücret 61*,27=$16,47. Kısaca Türkiye'deki en hızlı bağlantıdan 7 kat daha hızlı internet erişimine aylık sadece 23-24 lira para ödeniyor Japonya'da...

Finlandiya'da rakam 22Mbit için toplam yaklaşık 100 lira. İstenen toplam ücretin Türkiye'den yaklaşın %10 daha pahalı olduğu doğru ancak verilen hizmet 4 kat daha hızlı.

Televizyonlarda "Avrupa'dan da ucuza, 3liraya 1Mbit internet" reklamlarındaki "Adil kullanım kotası" gibi saçmalıklarla karşılaştırılınca, hiç bir açık ya da örtük kotası olmayan Japon interneti, yedi kat daha hızlı olduğu halde üçte biri fiyatına oluyorsa... Ben buna başka hiç bir şey eklemek istemiyorum...

10 Eylül 2010

Dünyayı ve insanları hiç sevmiyorum

Yeni nesil medya manyaklığının ne kadar berbat bir şey olduğunu 3-4 aylık internetsizlik dönemimde unutmuşum. Bu yeni nesil medyanın başarmayı hedeflediği şey insanları sürekli etraflarındakiler iletişim halinde tutmak… Oysa insan sürekli hayatındaki insanlarla iletişim halinde olamaz. Yoksa iş yapmak için kendisine ayıracağı zamanı kalmaz lan! İş giderek Wall-E’deki hale gelebilir yani.

Daha önce huzuru twit/face/feed üçlüsünü hayatımdan çıkarmakta bulduğumu söylemiştim. Şimdi bu üçlüye haftanın belli günleri kontrol ettiğim e-posta’larım haricinde kalan her şeyi ekliyorum. Sadece IM yazılımlarından bahsetmiyorum. Wikilerden bloglara, sözlüklerden forumlara kadar her şeyi. Hatta şunu da ekleyeyim, hayatımdan çıkardıklarım arasına telefonu bile eklemek üzereyim. O kadar olur yani.

Bilgisayarı sadece mail göndermek için kullanma amacıyla sınırlamak gibi bir niyetim var. Evde zaten internet erişimim mortingenstraße olduğu için zorlanmayacağımı sanıyorum. Blog yazmayı bırakmıyorum, çünkü yazmadan duramam ben ve okunmaya ihtiyacım var. Ancak şununla da yüzleşelim. Ömer ve arada sırada Emre hariç blogu okuyan yok! Olur da birileri okursa diye samimi olduğu kadar mesafeli bir dil de kullandım hep ama nereye kadar kanka? Sorarım sana, nereye kadar?

Starcraft (her ikisi de elbette) haricinde hiçbir gerekçeyle bilgisayarı açmam gerekmediği için (Ömer geldiğinde Tekken/SF/PES oynamak isteyebilirim ama onun için de PS3 alırız, nedir ki yani…) zaten Bill Gates ile de ilişkimi minimuma indirmek ve bu vesileyle yüzde yüz Ubuntu’ya geçmek için can atıyorum. Daha önce eski bilgisayarlarıma Puppy Linux ile can vermiştim. Asker dönüşü almak istediğim güçlü sistemde SC2 oynamak için belki W7 tutarım ama şu anda çoktan leptapımda Ubuntu var.

Evet, herkese aynı temizlikten geçmeyi tavsiye ediyorum.

Not: Gazete okumayı (Birgün hariç) ve televizyonda özellikle haber programlarını izlemeyi de bıraktım. Fatih Altaylı ya da Taha Akyol gördüğüm yerde kusasım geliyor artık.

Not2: Netten oynanan Web-based oyunları da bıraktım. Daha önce Ogame ve Popomundo ile ilişkim olmuştu. Bir süre kaptırdığım Travian’dan sonra bulaştığım Hattrick ve yiğenimin tüm ısrarlarına rağmen hiç bulaşmadığım Ikarıam’dan da tamamen uzaktayım. Farmville mi? Olm benim hakiki ormanım tarlam var, deli miyim sanalıyla oynuyum?

Not3: Hala GNU Backgammon, GNU Chess ve Poker TH oynuyorum ve zaten onların Ubuntu için özel package’ları da var.

Not4: Yazının başlıkla ilişkisini haftaya açıklarım, ya da bayramdan sonra yazarsam bir iki şey o zaman da gönderebilirim.

04 Eylül 2010

Bono'dan gelecek fayda Allah'tan gelsin


Yıllarca dünyanın siyasi "ali-gıran-baş-gesen" görevi üslenen U2'cu Bono'nun kısa zamana kadar boykot ettiği Türkiye'ye gelmeden önce yaptığı açıklamaları gelince yapacaklarının "teminatı" olarak gören bazı "Özgürlükçüler" şimdiden, Başbakanla görüşecek Bono'nun hangi konulara değinmesi gerektiği hususundaki görüşlerini açıklamak için basın toplantıları falan düzenliyorlar...

Bir de bana blog yazdığım için "mal" muamelesi yapıyorsunuz. İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi sivil toplum örgütleri resmen "Yüreğimiz yanıyor Bono kardeş, kurban olayım bize bir çare" demek için basın toplantısı düzenledi...

Bono "Konstaniopol" dedi diye faşist sloganlar atacak değilim. II. Meşrutiyet dönemindeki resmi yayınlarda "Konstantiniyye Matbuasında neşredilmiştir" yazısını gördüğümden beri de, günümüz "Osmanlıcılarının" bu "Since 1453" takıntısını anlamakta zorlanıyorumm. Daha yüz yıl önce, o çok sevdiğiniz sadaret makamı bile payitahta "Konstantiniyye" diyormuş arkadaşım. Yüzleşin artık bu hakikatle.

Bununla birlikte, Bono nam kişinin Türkiye'deki özgürlük/adalet/eşitlik sorunlarının çözümü için Başbakanla görüşecek olması kadar trajikomik bir şey duymadım da görmedim de... Söz konusu problemler ve çözümleri olduğunda Bono ve Sayın RTE için benim aklıma daha çok, "Al birini vur ötekine" atasözü haklılık arzediyor.

Ne diyelim, İrlanda'da doğdu/AKP'li oldu/Helal olsun sana/Paul David Hewson (Bono'nun gerçek adı)

Bu arada Bono'nun, dünyanın her yerinde sermaye sahiplerinin ve milyarlarca dolarlık fonları yönetenlerin resmi yayın organı olma görevini üslenen ve her zaman ana akım kapitalist düzene eklemlenmek isteyenlerin ilk referansı olan Forbes'un ortaklarından olduğunu da bilmem hatırlatmama gerek var mı?

03 Eylül 2010

Boykot terimleriyle konuşmak


İktidar partisine zaman zaman taaruzlarda bulunduğum blog'da ister istemez antipatik görüntü sergilediğimi biliyorum. Genel düşüncem itibariyle sadece mevcut iktidarın değil tarihte Türkiye'de iş başına gelmiş tüm iktidarların "muktedir" olmaktan fersah fersah uzakta olduğunu belirtmiştim bir kaç kez.

Gevurun "Men behind the courtain" dediği, bizde de "Birileri düğmeye bastı" şeklinde cereyan eden hadisenin akla ne kadar yattığını başka zaman (askerden sonra mesela), başka bağlamlarda ve kendi meşrebimce yazarım yine... Ama hadise doğrudur: Ülkeyi yönetenler ticaretlerinden bekledikleri verimi alamayınca hükümete bir referandum sipariş ettiler, belki işler düzelir deyü...

Taslağı hazırlayan AKP'nin evet propogandası, ana muhalefet CHP'nin hayır propogandası her yerde boy gösteriyor. Bir de sırf AKP'ye gıcıklık olsun diye hayır diyen MHP ile, sırf CHP'ye gıcıklık olsun diye evet diyen eski devrimci/yeni liberaller güruh var.

"Kürtler'in Türk anayasasına oy vermesi imkansızdır" diyen BDP'nin boykotunu bir kenara bırakıyorum... Referandumu sadece referandum olduğu için boykot eden kimse yok. Muhtar seçimi için verdiği oy hariç sandığa gitmeyen Barış Uygur'a selam ederek şu notu düşmek istiyorum ki; bilhassa referandumun demokrasiyle alakası olduğunu kimse iddia etmesin.

Demokrasi teorisine göre; "... her insan kendisi için en iyi olanın ne olduğunu bildiğine göre herkesin başta kendi kaderini sonra da içinde yaşadığı toplumu yönlendirmeye hakkı ve yetkisi olmalıdır. Modern çağın gereklilikleri bir çok alanda uzmanlaşma ve işbölümünü gerektirdiğinden, herkes yönetimin belli basamaklarında kendine uygun bir alanda işgöremeyeceği için, belli aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla bürokrasi basamağındaki kademelere getirilecek olan yetkililer halk tarafından seçilir. Böylelikle halkın kendini yönetmesi eylemi gerçekleşmiş olur."

Bu teorinin herhangi bir yerinde "yasaları da halk yapar, o kadar işinin arasında devlet yönetmeye hakkı yoktur ama anayasa gibi önemli bir metni de hemen aradan çıkarıverir, ne olacak ki" diye bir ifade gördünüz mü?

İşte onun için sandığı BOYKOT edin. Yasa yapma işini de işi yasa yapmak olanlara bırakın.

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası