19 Şubat 2007

On numara milliyetçi olmak için herkes Milliyet mi okumalı?

Dün Radikal gazetesinin Cumartesi ekinde yayınlanan "Kaç Numara Milliyetçisiniz" başlıklı araştırmanın sorularından sadece birisine adam gibi cevap verebileceğimi fark ettim. Soru 8: Türk olmanın en güzel yanı ne?

Araştırmada 20 adet soru, rasgele seçilen bir insan grubuna sorulmuş, son derece az sayıdaki deneğin cevapları üzerinden bir ikli paragraflık da bir inceleme yazısı yazılmaya çalışılmış. Bu türden bir soruşturmayı ben bu blog için yapsam önemli iş olur da, ülke çapında üstelik 10 yıldır yayın yapan (gazete için "yayın yapan denir mi acepağ? "Yayın hayatını sürdüren" denebilir ama... Şerh koyalım, araştıralım) bir gazetenin bu kadar "hafif" bir iş yapmasını da manidar bulduğumu söylemeliyim.

Sadede geliyorum: Soru 8 in bence çok bariz bir cevabı vardır. Türk olmanın bence en güzel yanı Türkçe konuşmaktır. Samimi bir dille ifade edeyim, dünya üzerinde bir milyon tane millet yarım milyon da dil var. İçlerinden en güzelinin Türkçe olduğunu iddia etmiyorum, en basit örnekle Arapça gibi bir dilin yanında Türkçe çok güçsüz kalmaktadır.
Açıkça söylemekte yarar görüyorum; diğer güçlü diller (ki Farsça, İbranice ve Yunancayı zikretmeyi uygun buluyorum bu noktada) arasında Türkçe, kanaatim odur ki, Osmanlı'nın 300 yıllık dünya hakimiyetinde bolca Arapça etkisi hatta kuşatması altında bulunmuş olsa bile bu rakiplerini geçmiş, uzak ara fark atmıştır.

Bununla beraber, günümüzde Türkçe dünya dilleri arasında ne bilimde ne sanatta ne de felsefede hak ettiği yeri alabilmektedir. İki sene önce Abdullah Gül'ün, tam da bu duruma dikkat çeken bir "nüktesi" de olmuştu hatırlarsanız, Aralık 2004'te "Artık Türkçe de A.B. dili oldu" diyerek A.B. ile ilgili açıklamasını Türkçe olarak yapmıştı. Hükümeti defaten eleştirdiğimi biliyorum. Dışişleri ise 2000 yıllık "hariciye" Türk-Moğol-Fars geleneği çizgisinde ilerlemeyi sürdürüyor gibidir, ve Abdullah Gül aracılığı ile emin ellerdedir. Daha iyisi olabilir belki, ama yazının konusu o değil...

Kısa keseyim; dünya üzerindeki en "esas"lı lisanlardan birini konuşan bir milledin ferdi olarak, bence bizlerin, hepimzin, televizyonlarda, gazetelerde, radyolarda (radyo mu kaldı desenize) ve hatta internette, Türkçeyi güçlendirmek için neler yapabileceğimizi tartışmamız lazımdır?

Oysa biz ne yapıyoruz? TV lerde, gazetelerde ve hatta internette Tuğba Ekinci'nin "Buzda Dans" adlı gösteri programındaki halini - ahvalini tartışıyoruz. Fenerbahçe - AZ Alkmaar maçını saatlerce tahlil ediyoruz. Kurtlar vadisi dizisi yasaklanmalı diye birbirimize giriyoruz.

Bu memlekette aydın kalmadı dediğim zaman bana kimse kızmasın. Bir tane, açık söyleyeyim, tek bir tane aydın kalmamıştır. Daha da kötüsü, yenileri de yetişmemektedir.

Ülkenin içine el birliği ile edenlere teşekkür ederiz, kapkaranlık gelecek bizi bekliyor.

Bir dahaki yazımda, "Türkçe'nin reçeteleri olabilir mi" sorusuna cevap arayacağım... Tabii "felsefe çukuru" farkıyla...

14 Şubat 2007

Sevgilimizi Yalnız Bugün Değil Her Gün Sevmeliyiz


Bütün alışveriş merkezleri kırmızıya boyandı; kırmızı aşkın rengi, aynı zamanda öfkenin ve kanın da rengi... Üstelik kırmızı romantizmin olduğu kadar erotizmin de rengi, yani ne kadar aşkın rengiyse o kadar da seksin rengi... Sevgilisine kırmızı renkli, iskambil kağıdındaki kupa biçimde yastıklar alan bir er kişi sıkıyorsa bu hakikati dile getirsin bakalım... "Erkeklerin de aklı başka bişiye çalışmaski"... Ah be güzelim, o "ki" yi bari ayrı yaz...


Merak ediyorum, acaba gerçekten birileri şu alışveriş merkezlerindeki "günün anlam ve önemine" (!!!) uygun dekorasyon çalışmalarını yapmasa, herhangi biri sevgilisine hediye almayı yine de unutur mu? Yoksa şöyle mi sorayım, acaba bu dekorlara bakarak sevgilisine hediye almayı hatırlayan kaç kişi vardır... "Yarabbi... Her yer kırmızıya boyanmış, ama fakat hatuna bıngızı don almayı unuttuk"

İlkokulda zaar, önemli günler ve haftalarda kompozisyon yazılırdı; "Öğretmenizi hergün sevmeliyiz", "Annemizi sadece bugün hatırlamak olmaz", "Babam beni her gün dövüyo ama yine de ben onu her gün sevmek zorundayım", "Vakıflar bankasına sadece vakıf haftasında değil her hafta para yatırmalıyız" gibi son derece basit temalara sahip olurdu bu kompozisyonlar. Nedeni basit; 9 yaşında bir dimağ daha ne kadar orijinal olabilir ki? Onun için yepyeni bir fikirdir bu "Annemizi hergün sevmeliyiz" fikri. Üstelik bir isyandır da, "evet anneler günü var ama o gün olmasa da ben annemi severim ki" demektedir bu sabi. Muhalefeti ve mukayeseyi öğrenir, daha doğrusu keşfeder... Bugün eğlenceli bloglar yazan bir çok bloger'ın mazisinde bir "annemizi her gün sevmeliyiz" kompozisyonu vardır.

Vakıa, sevgililer günü diye içimize işleyen bu alışveriş manyaklığının aslında bir Hristiyan azizinin "sömürülmesi" olduğu da gözden kaçmamalıdır; tıpkı kendi noel bayramlarını da sömüren Amarigan gabidalizleri gibi, Aziz Valentin'in de sömürülmesi söz konusudur bu anlamlı günde... Dindar bir adamın, bir ermişin bir Aziz'in alışverişle ilişkilendirildiği böyle bir günü kutlamak da bana kapitalism karşısında yenilgiyi kabul etmek gibi geliyor.


Aynı hissi gerçi ben Şeb-i Aruz törenlerinde de yaşamaya başladım... Gittikçe çığırından da çıkmakta bu kutlu tören. Filhakika, her nerede bir "muhafazakar" iktidar hükümet etmekle meşgulse, orada sanki bu kutlu gelenekler "popülerlik" kazandığından, günümüzün tüketim dünyasında gayriihtiyari alışveriş bombasına dönüşmekte. Kendi kutsallarına bunu yapanların kendilerine verdikleri isim "muhafazakar" dır, binaenaleyh bu tarz muhafakarlığın alaşağı edilmesi gerçekten bir şeyleri muhafaza etmek isteyenler için en büyük ödevdir.

Daha önce defaten dediğim gibi, "Edeb Ya Hû"

09 Şubat 2007

Yeni Çağın Eğlence Kültürü

Aklımda bir çok düşünce var. Hangimizin yok ki? Yine de benim, aklıma gelenleri sizlerle paylaşma imkanım var... İnternet sayesinde. Artık herkesin her konudaki fikrini (sanki lazımmış gibi) öğrenir olduk. İnternet Mahir'in "Welcame to my page I kisss yuo" şeklindeki sitesiyle başladı herşey. Rengarek bloglar ile devam ediyor.

O kadar çok görsel çeşitlilk türedi ki, kimse yaptığının görsel olarak tatminkar olmadığının da farkında aslında.

Televizyonlar bir dönem dünyanın en büyük eğlencei oldu. Halen de bu özelliklerini sürdürüyorlar. Ancak internet yarışta öne geçmeye başladı bile.

İnternet teknolojisi hem alıcı hem de verici olmamıza müsade ediyor. Bu sayede önce web siteleri devamında bloglar ile başlayan, işin "kendisi ifade etme" kısmı giderek mp3 shoutcast, podcast ve skypecast sistemlerine dönüştü. YouTube sayesinde de videocast ile tanıştık.

Tüm bunlar size de biraz korkutucu gelmiyor mu? Sürekli gelişen teknolojiler vasıtasıyla ürünler fiyatları giderek düşüyor. Her eve bilgisayar girmeye başlıyor. Bilgisayar alana web-cam ücretsiz veriliyor. Böylelikle her evde hem alıcı hem de verici olan bir teknolojik alet kendisine yer buluyor...

Bir kaç defa tekrarladım, yine tekrarlayayım mı? "Hem alıcı hem verici..." Bu tıpkı... Evet bu tıpkı, George Orwell'ın 1984 'ündeki hem alıcı hem verici tele ekran konseptine benzemiyor mu?

İnternet henüz "big brother watches you" diyecek kadar gelişmedi elbette. Komplo kurmaya gerek. Ancak günün birinde o noktaya ulaşbileceğini iddia etmek de bence artık hayal değil.

Yeni çağın eğlence kültürüne hepiniz hoş geldiniz o halde

07 Şubat 2007

Yeni Seçenekler

Google'ın blogger'ı ilhâk etmesinin ardından yeni bir yapılanmaya giden ve bir süre beta yayınını sürdüren blogger faaliyetleri, beta yayının bitmesinin ardından esas yayına başladı - web sitesinde logonun yanındaki beta ifadesinin de üstü şirin bir biçimde çarpıyla çizilerek bu durum kullanıcılara duyurulmuş oldu.

Buna ilaveten, yeni blogger blog hesaplarını google hesaplarıyla ilişkilendirmeye pek bir hevesli olduğundan ve google toolbar gibi bir eklentinin varlığında bana oldukça zor anlar yaşattığından ben de yeni sisteme geçmeye karar vermiş bulundum.

İlk izlenimim; yaşanılan küçük gelişmelerin oldukça sepmatik sonuçlar doğuracağı yönünde... Yeni etiket (label) uygulaması artık köşeli parantezde etiket belirleme afacanlığımı gereksiz kılacak. Ayrıca bir çok farklı yayın ve görsel seçenek de blog kullanıcılarını mutlu edecektir.

Netice, bir süredir pek bir şey yazmadığım blog'a belki bu vesileyle bir iki satır bir şey karalama fırsatı da bulurum.

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası