08 Aralık 2015

Gazetecilikten içerde değiller...



Radikal denen kişinin ülkesinden nefret eden bir hain olduğu düşüncesi ahmakçadır. Gerçekte, ülkesini hepimizden daha çok sevdiği için yaşanan olumsuzluklardan sonra hepimizden daha çok mutsuz olan kişilere radikal denir. Suça yönelmiş kötü bir insan değildir; umutsuzluğa kapılmış örnek bir yurttaştır.

H.L. Mencken

Not: Aslına şuradan ulaşabileceğiniz cümlenin çevirisinde çooooook fazla serbest davrandım, Mencken görse "Sen bir daha benim sözlerimi sakın çevirme" derdi. Kusuruma bakmayın...

26 Kasım 2015

Şiirket: Üç bomba


Nasıl unuttunuz insan olduğunuzu;
Ne haklar kimlikler verdiniz birbirinze;
Neden kara çaldınız alnımıza,
Allah'ın yazdığından başkası kader değildi bize
Bu kükürt ve amonyak kokusuyla
Bizden çok zarar verdiniz kendinize
Tükenmedi zulüm ruhunuzdan; ama şunu bilin
Dünya alem sövüyor gelmişinize, geçmişinize...

21 Ekim 2015

İktidarın logaritması

Türevle ömrü boyunca iki saat uğraşmamış adamların yönettiği Türgevlerden, memleket gençlerine hayır gelmez.

Keramet, haklıda mevcuttur. Haklı olanı haklı kılan haktır, hak ise hakikattir. Hakikat matematiksiz olmaz. Kainat, matematik kesinliklere bağlı olarak işler. Mevcut hesap yöntemlerimiz bu hakikati kavramanın epey uzağında gibi görünüyor.

Ama, mevcut yöntemlerin de uzağında olmanın bahanesi olamaz! Yoksa "üçyüz altmış derece" dönüverirsiniz, Allah göstermesin!

Matematik sizi hayal kırıklığına uğratmaz, bu arada... Beğenseniz de, beğenmeseniz de, matematik kesindir. Yanlışın değil, doğrunun hesabıdır matematik. Ve matematik öğrenmeden de, söz gelimi üniversiteden falan mezun olamazsınız...

Bu yüzden, o kafaya nasıl geldiğinizi bize açıklamak durumundasınız. Çünkü, ben oturmuş "logaritmanın grafiği, türevin trafiği" diye diye uykusuz geceler geçirirken, iki üniversite bitirmiş ve üçüncüyü -şevkle ve çok sağlam bir motivasyonla- okurken, sizler cahilliğiniz paçalardan akarken "Büyük ustalar" olarak memleket idare ettiğinizi falan iddia edemezsiniz.

Görülen şudur ki, eksik matematiğinizle, bakkal bile idare edemeyecek durumdasınız. 2 seneninizi ayırıp matematik öğrenin, öyle bu milletin karşısına gelin. Birazcık utanmanız varsa...

13 Eylül 2015

Kokuşmuş insan

The moment I was born
It was time for him to die

Et çürüyor. Durup biraz düşünmeye kalksanız, berbat bir şey... Et çürüyor! Belki de, bu kadar berbat bir şey olduğu için, hiç durup düşünmeye uğraşmıyoruz. Çünkü, bir dursak, bir daha ayağa kalkamayacağımıza inanıyorum.

Ama, olur da, aramızda varsa düşünen, duran eden... Et çürüyor!!!

Nereden çıktı demeyin, bu gerçeğin reddi üzerine kurulmuş dünya. Bakın, "Tanrının doğum yeri insanın mezarıdır" ve mezarda çürüyen et var!

Evet, tam da oraya getireceğim lafı...

Nefret edilesi bir çağda yaşıyoruz... ya da, gerçekten öyle mi acaba? Evet, hayatların anlamsızlığı, ölümlerin anlamsızlığı, herşeyin ve herkesin anlamsızlığı; tarihin yazmadığı denli sofistike bir mahiyette ve hüviyyette tezahür ediyor. Orası öyle.

Ama bu sofistikeleşme (ki, aslında böyle bir kelimenin olmaması lazım, ama anladınız siz benim ne demek istediğimi...) acaba "anlamsızlığın artışı" ile mi açıklanmalı. Yani, anlamsızlaşmadaki artış, derecede olduğu kadar hüviyette ve mahiyette de bir karşılık buluyor mu? Yoksa bu bir yanılsamadan mı ibaret?

Daha önce yüzer yüzer ölüyorduk, geçen asırın başından beriyse biner biner ölmeye başladık. Bizim bu coğrafyanın payına, yirmibirinci asırda düşen ise; ölüm sayısındaki artış oldu: Son 10-15 yıldır milyonlar nispetinde ölüyoruz.

Ve hepsini, bir grup geri zekalının "gökdelene uçak sokma fantazisinin" başlattığına inanmamız bekleniyor bizden! Oysa, o hadise esnasında da biner biner ölünmüştü. Vahşetin kurbanlarının nerede olduğunun önemi var mı, hele de bu ölümlerden en çok silah tüccarlarının kazançlı çıktığını düşünürsek???

Siyaseten, son  15 yılda Ortadoğu'da izlenen politikaları bize "başarıymış" gibi yutturmaya çalışıyorlar, ama (okurlarım sık sık unutsa da, aralarında benim de olduğum) diplomalı / meslekten siyaset bilimciler, küresel politikaların ortadoğuya kan, nefret ve gözyaşından başka bir şey getirmediği üzerinde birleşiyor. 1,5 senedir geçici olarak başbakanlık yapan, evvelinde de hariciye bakanı olan devlet adamımızın bu konudaki "paradigma değişikliği" argümanlarının hiç birisini kabul etmediğimi, kendisi göreve ilk başladığı günlerde bu blogdan ifade etmiştim. 

Benim bu konudaki görüşlerimde değişiklik olmadı. Asıl "paradigma değişikliği" kamuoyuna yansıyan olgularda yaşanmışsa da, bu "dramatik" değişime rağmen seçmen profilinin önemli bölümünün görüşlerinde değişim olmadığı da ortada...

Hiç bir şeyin değişmediği bu ortamda, "ölümlerin değişmesini" ummak için çok büyük, tarifsiz ölçüde büyük bir akıl sağlığı sorunu yaşamak gerektiği kanaatindeyim. Her ne kadar, faturayı, kendisini BOP'un Türkiye Viceroy'u ilan etmiş olan "400'lük başgana" kesme konusunda, ben de sizler kadar istekli olsam da, Davutoğlu hocanın hayli "akademik" (!!!!!) bir biçimde ifade ettiği gibi, Ortadoğu'da eksen öyle onarılmaz biçimde kaydı ki, bu sefer yaşananlarda aslında bizim başgan da edilgen bir rol oynamaktan öteye gidemiyor.

İşte zaten, sırf onun için, ortadoğunun zehirli biyosferinden kaçan herkes, itikaden İslam olsa da Hristiyan ülkelere iltica etmenin yollarını arıyor. Ne yazık ki, Ortadoğu'da akıtılan müslümanların kanı oldukça, müslümanların mezarı Allah'ın doğum yeri olmayı başaramıyor.

05 Eylül 2015

Sığınma-cı


Neremiz doğru ki...

Yalnız, çokluk memleketten, coğrafi olarak bana yakın olan eğrilikleri yazıyorum da, bu defa bizi transit geçip Evrope'nin ılık bağrına sokulmaya namzet garibanların çilesiyle kendimizden geçmeye başladık. Bir tuhaf ölüm pornosu ki; bakıp bakıp, aslında ölen biz değiliz diye mutlu oluyoruz içten içe...

Yaşım itibariyle, az fakla ıskaladım. (Gerçi ikinci trende, 90'larda yakaladım ama...) 70'lerdeki "sokak terörü/anarşi" döneminde (ki yaşanan kaosun anarşiyle zerre ilgisi olmadığı gibi, sokak terörü ile kastedilenin de birebir örtüşmediği iddia edilebilir) gazeteler ibretialem olsun diye, ölenlerin/öldürülenlerin en kanlı görüntülerini ilk sayfaya basarladı. Genelde gazetenin belli bir angajmanı varsa da, sıklıkla "karşı kampın" ölüleri adeta "leş parçası" gibi gösterilir, kendi kamplarının ölülerininse en yakışıklı stüdyo resimleri paylaşılırdı...

Yeniden hortlayan (hortladığı iddia edilen demeliyiz, çünkü kanımca hiç ölmemişti) etnik çeşnili ayrılıkçı terör günlerinde de benzeri bir yayıncılık gördük. Ateş sıcak olduğu için, biraz olsun sivri dili sineye çekelim. Gerçi hangi sineye? Ama çektik diyelim...

Pekiyi yeni ölüm pornomuz için neremizde yer bulsak?! Tamam, 2 milyon mülteciye kucak açtık ama hukuksal olarak tam anlamıyla da "mülteci" olarak kabul etmedik bu "misafirleri", öyle de bir gerçek var. Dahası, propoganda aygıtının pek bir hevesli "güvenli liman/büyük ülke" müsameresini yalanlarcasına, bu sığınmacı kardeşlerimiz, bizden de kaçmaya devam ediyorlar... Nereye? "Bitti, öldü, iflas etti, hem fikren hem de iktisaden iflas etti hem de" dediğimiz Avrupa'nın, lafa gelince pek kalın kafalı ve hatta ırkçı olduğunu iddia ettiğimiz "Birliğin Kurucu Ülkelerine" kaçıyorlar... Tam anlamıyla Evrope'nin ılık bağrı yani...

Bu arada ölenlere ağıtlar düzme gayretkeşliğiyle, yaşayanların SOKAK KENARLARINDAKİ ATIK SU KANALLARINDAKİ SULARI TOPLAYIP YIKANMAYA ÇALIŞTIKLARI GERÇEĞİNİ nedense gözardı ediyoruz. Boğulmayanlar "kurtuldu" damgasını yiyiveriyor hemen, "müsade edin geçsinler" diye bağırıyoruz.

Acaba geçtiklerinde ne olacak? Ne gam, Suriye'de çırpınıp batacağına Almanya'da çırpınıp batsın!!!

Okuma ödevi verirdim bazen, yazılarımın sonunda... Şimdi utanma ödevi vermeyi tercih ediyorum.

01 Eylül 2015

Bitti derken yeniden başlayan...

Ülke yıkılmanın eşiğine geldi, hiç kimse öyle böyle deyip de lafı kırıp bükmesin! Devlet yıkılacak gibi değil gerçi, ama ülke paramparça. Burası açıkça ortaya çıktı.

En önemli ipucu olarak, her zamanki gibi, televizyonu görmekteyim. Acizane düşüncem bu elbette. Kimseler bana uymak zorunda değil. Şurası bir gerçek ki, 1-2 saatlik televizyon tecrübesiyle, ülkenin yıkılmanın eşiğinde olduğunu anlamak mümkün.

Yeni yayın dönemi başlıyor, televizyon kanalları birer ikişer eteklerindeki taşı döküyor. Ortaya çıkan yine "uzun uzun bakışmalı, apış arası hikayeleri" ve "rakibini itin götüne sokmalı yarışmalar" kombinasyonundan ibaret.

Tematik yayın kanallar, tematik programları üç otuz paraya yaptırdıkça, söz konusu tematik programların teması da "dökülmek üzere olan dekora sahip setlerde hayatta kalma yolları" biçimli bir hal alıyor.

Eylül 2015'e geldik, herkesten ricam, azıcık da bu gözle, televizyonların yayın akışına bakmaları... İzdivaçları, sörvayvırları falan geçtim zaten de... Bu televizyonların "tektipleşerek" zavallılaşmaları hakkında herkesin söyleyecek sözü olmalı gibi geliyor bana. Onun için, gazetelere mektup yazarak olur, twitter, reddit, facebook, ekşisözlük olur...

Herkesin ses çıkarmaya başlaması lazım.

18 Nisan 2015

NBA Atmation Playoff 2015

Her sene ağzımın ucuna kadar getiriyorum da yazmıyorum. Bu sene yazayım bari dedim. Yazıyı dün gece yazdım, ancak bu saatte yayınlayabiliyorum. Bu saate kadar, olur ya ABD'ye "menhettın büyüklüğünde" bir gök taşı falan çarpmıştır... Yani gündemin gerisinde kalmış olabilirim. Gündemi yakalamaya çalışmak gerçekten zor iş, onu da anladım... Neyse, çok uzar bu laf, işte playoff değerlendirmem.

DOĞU
Doğudaki standartın düşüklüğün çok tatsız olmaya başladı. 2 ya da 3 takımın Batıyla rekabet edecek seviyede olup, diğer takımların "eh işte" ile başlayan ve "yav he he" ile biten bir skalada yer almaları ligin adaletsiz yönlerinden biri. Ve doğudan her sene yüzde ellinin altında bir çok takım playoff yaparken batıda hem takım mühendisliği hem organizasyon yeterliliği açısından daha üst seviyede olup, ayrıca yüzde elinin de epey üstündeki takımlar playoff yapamayınca insanın siniri bozuluyor. Ama işte doğuyu da değerlendirmek zorundayız.

Atlanta Hawks vs Brooklyn Nets
Jason Kidd'li NJN döneminden sonra, geçen sene yine Kidd'in koçluğu ve Pierce'ın liderliğinde bir dönüşüm geçiren Nets'e ısınır gibi olmuştum. Ama Nets şımarık bir çocuk gibi, bu dönüşümü elinin tersiyle itiverdi. Bogdanoviç haricinde, Nets'te heyecan duyulacak bir şey yok. Hawks ise, tam aksine, gerçi geçen seneden devam eden bir başarıyı takip ediyorlar ama, elinde 16 playoff takımının hepsine oranla daha mütevazi bir oyuncu grubu varken rekor sayılacak bir yüzdeyle buraya geldi. Ve Hawks'ta "gümbür gümbür bir yıldız" haricinde her şey var; çok yönlü rol oyuncuları, hızlı penetreciler, topu paylaşmayı seven kanat adamları, gelmiş geçmiş en iyi şutörlerden biri, hiç de tek yönlü olmayan pota altı oyuncuları... Hawks için belki de konferans finali bile yeterli bir seviye olmaz. Nets'e maç vermezler diyorum

Cleveland Cavaliers vs Boston Celtics
Cavs hakkında çok söylenecek şey yok. Ama Celtics ile ilgili de ne diyebiliriz ki? Lotarya için kurulmuş bir ekip tutup playoff yaptı. Üstelik takımın saha içinde de soyunma odasında da bench'te de bir "lideri" dahi yok. Her şey "kolej takımı" hüviyetiyle yapılıyor. Ve, yetmezmiş gibi, bu takım tüm yetersizliklere rağmen son saniyeye kadar, skor ne olursa olsun "allah ne verdiyse" oynayan adamlardan kurulu. Sürpriz yapmalarını beklemiyorum ama Cavs'ın ilk turda biraz fazla "terlemesine" sebep olacakları kesin.

Chicago Bulls vs Milwuakee Bucks
Tekrar Jason Kidd'den bahsetmeme gerek yok. Asıl bahsetmemiz gereken, bariz bir biçimde 2017 için kurulmuş Bucks'ın normal sezonda, özellikle allstar öncesi bir periyotta, ligin en iyi atletik takımı gibi görünmesi. Bunda Kidd'in katkısı ne kadardır, sinir bozucu derecede yetenekli genç oyuncularınınki ne kadardır, onu ölçecek konumda değilim. Ancak şu bir gerçek ki, bu haliyle çok sempatik bir takım olan Bucks'ı Tibadu'nun (çünkü bence bu biçimde yazılmalı) disiplinli Bulls'u karşısında izlemek çok keyifli olacak. Üstelik Bulls'ta kronikleşen Derick Rose sorununa Noah ve Gibson'ın da tam sağlıklı olmayacakları haberinin eklenmesiyle, son 4 sezondur revire hatta kevgire dönen Bulls'un bu turu geçse bile "ne pahasına" geçeceğini kestiremiyorum. Skor tahmin etmiyorum, iyi yönetilen bir takım olan Bulls'un Bucks'a üstün gelmesi gerektiğini düşünüyorum...

Toronto Raptors vs Washinton Wizards
İkisi de geçen senenin üstüne koyarak buraya gelen iki takım. Oyun olarak yer yer birbirilerine çok benzeseler de zaman zaman da belli kriterler anlamında çok çok farklılar. Ancak kesinlikle iki takım da yarı sahayı hızlı geçmeyi seven oyunculardan kurulu bir kadro yapısını benimsemiş ve bu karakteri de sahaya yansıtabilmiş durumdalar. Bu seride, sonucu belirleyecek olan iki takımın da sezon sonunu biraz "tık nefes" geçirmiş olmaları. Uzman olmayan bakış açıma göre son virajda Wizards daha çok zorlanan takımdı. Pierce'ın falan playoff ortamında ne yapacağı belli olmaz gerçi ama Euroleague seyircisini aratmayan bir kalabalığı her maçta stadyuma çeken Raptors'a biraz daha şans veriyorum.

BATI
Batıdaki takımların geleneksel üstünlüğü sadece ekonomik ya da organizasyonel becerileriyle değil, ayrıca bütün takımların playoff seviyesinde olsa da olmasa da birbirleriyle girdiği rekabet anlayışıyla da kazanılıyor bence. Örneğin 3 tane Houston takımı arasında bir "derbi" rekabeti var, Clippers yıllardır Lakers'ın gölgesinde kalmış olduğu için bir kendini ispat arayışında, Portland gibi büyük bir şehrin takımı NBA arenasındaki görece başarısız onyılların hesabını sorarken yeni/yeniden kurulan bir NO ve ben kendimi bileli bir "reboulding" halinde olan GSW... Doğrusu nefes kesen, ve normal sezonun sonunu da son maç gününe kadar nefes nefese izleten bir grup.

Golden State Warriors vs New Orleans Pelicans
Çocukluk kahramanlarımızdan Steve Kerr'ün GSW'ye geleceğini duyduğumda "televizyon şöhreti !!!!" diye üzülmüştüm ama öyle olmadı. GSW neredeyse NBA tarihine geçen bir sezon oynadı. Herkesi yenebilecekleri kesin. Özellikle de hedefi 2-3 sezon sonrası olan NO karşısında da zorlanmayacaklarını sanıyorum. Muazzam bir adam olan Anthony Mason'a "sana puanım dohuz kanka" diyor olsak da, istim üstündeki Step Cury "on üzerinden oniki" puanı hak ediyor. Çok çok 4-1

LA Clippers vs San Antonio Spurs
Kimse benim SA sempatimi eleştirmeye kalkmasın. Her sene "bu sefer olmayacak galiba" diyoruz ama her sene, yine de oluyor. SA bu sene de son virajı "gümbür gümbür" dönerek, şampiyonluk favorisi olarak playoffa geldi. Geçen seneye göre daha iyi değiller ama çok önemli bir avantajları var, Clippers da aynı durumda. Crawford haricinde bench'i adeta" boş" olan LAC'ın, playoff ortamında Popovich gibi bir rotasyon dehasına sadece as oyuncularının birebirde ağır basmasıyla nereye kadar direneceğini kestirmek güç. Bir de "Kız olsam Duncan'a verirdim" gerçeğinden hareketle, 4-3 SA diyorum.

Memphis Grizlies vs Portland Trail Blazers
Yaklaşık 3 sezondur üst üste performaslarını arttırarak giden ve farklı oyun yapıları gösteriyor olsalar da kağıt üzerinde denge mücadelesi sergileyecek iki takımın karşı karşıya geleceğine şüphe yok. Yalnız Portland'da ne yazık ki can sıkıcı sakatlıklar playoff öncesi moralleri düşürdü. Şansına Memphis de hiç olmadığı kadar formda ve yaşadıkları sakatlık problemleri rotasyonu derinden sarsacak ve takımı çözümsüz bırakacak kadar ağır değil. Lillard'ın hem bireysel performansı hem de Aldrige ile olan uyumu, son dönemde NBA'de en çok heyecan duyduğum şeylerdendi. Ancak, ne yazık ki, eksik kadronun performansının Memphis'i elemeye yetmeyeceğini düşünüyorum. 4-2 Memphis

Houston Rockets vs Dallas Mavericks
NBA'in, aynı anda hem en sempatik hem de en antipatik olmayı başarabilen iki takımı! Son 15 senede Mavericks, aynı yapı üzerine usul usul inşaa ettiği contender takımı bu sene de playoff'a sokmayı başardı. Ve başlarında, kariyerini seven hiç bir koçun, playoffta rakip olarak görmek istemeyecekleri bir Carlisle var. Yalnız Mavs ile ilgili ilginç bir detay, Rajon Rondo aşısının hiç tutmamış olması. Bırakın "bekleneni veremedi" demeyi, takıma zarar bile verdiği kanaatindeyim. Rondo biraz keskin sirke gibi, Carlisle ile yaşadıkları tatsızlıklar konstantrasyonunu olumsuz etkiledi. Yine de daha rahat bir takıma takas olabilmek için, belki hala "yıkılmadım ayaktayım" mesajı vermek isteyebilir. Ama ne yazık ki karşısında Harden var! Ve, ne adam ama!!! OKC'deyken de çok iyi bir katkı yaptığını ve kesinlikle "Big 3" oluşturduklarını düşünüyordum. Ama Rockets'da adeta tek başına "Big3" oldu! Bütün rakip PG'leri "bakkala göndermeyi" başarabilmiş bir adamdan bahsediyoruz. Ve bunu yaparken 82 maçın tamamında oynayıp 25 ppg'lik bir performans gösterdi. Yetmezmiş gibi, Rockets'ın bu sezonki takasları da takıma "cuk" diye oturdu. Dirk-fan'lardan olsam da, sağduyum bu tur için Rockets'ı işaret ediyor ama Carlisle etkisini hesaba katarsak skoru tahmine yanaşmışyorum :)

Benim eyyorlamamlan bu kadar, herkese iyi seyirler...

15 Nisan 2015

O da kendisine dikkat etseymiş canıııım!


O gün cehenneme "doldun mu" deriz. O ise "daha yok mu" der.
Kaf suresi 50.30

İnsanın mayasına, itikatımca topraktan geldiğimiz için, çokça toprak kurdu karıştığına ikna oluşumun üzerinden epey bir vakit geçti.

İtiraf etmekte yine de beis görmüyorum, toprak kurdu vicdanlarınız beni hala şaşırtabiliyor.

Beşer şaşar, elbette kimsenin hatasız ve lekesiz olmasını beklemiyorum; kendimi de günahlardan azade ilan etmiyorum. Yine de hataları ağırlıklarına göre sıralayacak olsak, bazı hataların bin tanesi bile bir sevaba kara çalmazken, bazı günahların telafisi mümkün olmayacak mahiyettedir.

Yine itikatım o yöndedir ki, sözü edilen ağır günahlardan arınıp yıkanmamız için cehennem diye bir "kurum" inşaa edilmiştir. Ne yazık ki dünyada geçirdiğim kısa ömür, cehennemin doymak bilmez bir açlıkla yaradılmış olmasını gerekli görmeme sebep oldu. Ne yazık, ne yazık, ne yazık, ama işte beşeriyet; ahvaliniz de bu!

Yukarıda da değindiğim gibi, kendimi de günahsız saymıyorum. Bununla birlikte "Sizin vicdanınız, sizin ahvaliniz" diyerek bazı günahlarla arama mesafe koymakta da sakınca görmüyorum. En çok yaralandığım günahların başına da sarsılmaz önyargıyı ve sabit fikirli kibiri koyuyorum, müsadenizle...

Nereden geldik buraya?

Şuradan: Dün sabah, Nuran Dutlu cinayetinin katl zanlısı olduğu iddia edilen iki kişinin yakalandığı haberini duydum annemden. Nuran Dutlu'nun adını duymamış olabilirsiniz. Çok normal. Kısaca ve kendi bakış açımdan durumu özetleyim.

Nuran Dutlu, kısa bir süre önce, tam da Özgecan Arslan cinayetinden 2-3 gün kadar önce öldürüldü. Yaşı Özgecan'a yakındı. Özgecan'a benzer biçimde, vücudunda işkence ve tecavüz izleri tespit edildi. Yine Özgecan'ın durumundaki gibi, kimlik tesptini zorlaştırmak adına elleri kesilmiş, vücuduysa ormanlık araziye terkedilmiş halde bulundu. Koluna yaptığı dövme sayesinde teşhis edilene kadar, yani yaklaşık 24 saat kadar, Türkiye can kulağıyla bu olaydan gelen havadisleri bekledi.

İlk gelen havadis şu oldu: Nuran Dutlu, evlilik dışı bir çocuğu olan ve bir gece kulübünde konsomatris benzeri bir işte çalışan bir kızcağızdı.

Bu havadise Türkiye'nin tepkisiyse şu oldu: "Su testisi su yolunda kırılır..." (!!!)

Hiç kimse, annesinin Nuran'ın peşinden yıllarca koşturmasını, bir dedektif gibi iz sürerek kızını bu dünyadan uzak tutmaya çalışmasını konuşmadı. 21 yaşında bir kızın 4 yaşında bir çocuğu olmasının anlamını düşünmeye çalışmadı. 16 yaşında, lise öğrencisi olması gereken bir zamanda, başına ne iş gelip de hamile kaldığını tahmine yanaşmadı. Her türlü olumsuzluğa rağmen çocuğunu doğurduğunu, 4 sene boyunca annesinden yardım alarak ona bakmaya çalıştığını idrak edemedi. Tüm çabalara rağmen yine de gece kulübünde çalışmaya mecbur kalmasına sebep olan şartları ve ekonomik durumu sorgulamadı.

Şunları da düşünmedi Türkiye'nin vicdanı: Nuran'ı öldürdüğü iddia edilenlerin sayısız suçtan arandığını... Daha önce de benzeri bir cinayete karıştıklarını... Daha önceki olaylarındaki gibi, Nuran'ı da önce "Sana iş kuracağız, bu hayattan kurtaracağız" diye kandırarak parasını aldıklarını... Sonra kredi kartlarını gasp edip PİN numaralarını söyletmek için işkence ettiklerini... Sonunda da öldürmekle kalmayıp bir de ellerini kestiklerini...

Nuran genç bir kadınken arkasında bir çocuk bırakarak öldü.

Suçlu: Su testisi!

Rahmetli Nuran bir cinayet kurbanı olarak görülmedi.

Çünkü bu ülkenin vicdanının üstünde dev bir su testisi vardı.

O su testisi bir kez kırılmaya görsün, akan suyun yerine konmasına kimsenin gücü yetmezdi! Kıranın, taş atanın, testiyi düşecek biçimde o vicdanın üstüne yerleştirenlerin hiç kabahati yoktu.

Su döküldü mü? Vay şerefsiz testi vay!

Nuran hemen unutuldu. Çünkü testisi kırılmıştı. Talihsizliğimize bakın ki 2-3 gün sonra, memleketin başka yerinde, bambaşka şartlarda yaşayan bir kızcağız daha zorbaca öldürüldü. Ona medyada biraz daha çok sahip çıkıldığını gördük, hakkını yemeyelim.

Ama yine de, oralarda da bir "su testisi" denemesi oldu. Birileri Özgecan için de benzeri yorumlar yapmayı denedi. O denemelerinden beri kendilerinden pek haber alınmıyor. Ama Özgecan da kendi testisinden payını aldı.

Onun mezarını "öyle giyinmeseymiş" (!!!) ile başlayan ve "aleviymiş galiba" (!!!!!!!!!!) ile noktalanan bir testinin suyu ıslattı.

Nuran'dan da Özgecan'dan da, birer fatihayı esirgeyip, geride kalan sevenlerinin başına testi fırlatma yarışına girenlerse kendi yaşamlarına devam ediyorlar.

Ne kadar kara çalınırsa çalınsın kir tutmayan tuhaf vicdanları, hep farklı makama uysa da itibarından hiç bir şey yitirmeyen tuhaf musikileri, yolsuzluklarıyla bile iktidarlarını pekiştirmeyi başaran tuhaf muktedirleriyle çepeçevre kuşatılmış yaşamlarına devam ediyorlar.

Nuran'a ve Nuran gibilere testi fırlata fırlata yaşamaya devam ediyorlar. Ve yine de kalkıp, bizi vicdansız/namussuz/imansız/itikatsiz olmakla itham ediyorlar.

Şimdi, size soruyorum: Ben bu günahlarla arama mesafe koymuş sayılmaz mıyım? Kur'an hakkı için söyleyin, toprak kurdu hangimize bulaşmış?

Notlar:
[1] Yazının görselini başka bir blogdan aldım, isterseniz o blog sayfasına da bir göz atın.

03 Nisan 2015

Seçim var: Önümüze bakabilmek adına sorular - 1

Soru: Oy vermek hak mıdır yoksa ödev mi?
Cevap: Anayasaya bakılacak olursa her ikisi de... Ancak bizim siyasi mantığımız her ikisi de olamayacağını söylüyor. Öte yandan, örneğin, askerlik hizmeti de hem hak hem ödev olarak tanımlanıyor... Onu da aklımız almıyor. Yalnız şunun tahlilini yapalım; seçmenin oy vermek gibi bir ödevi varsa bile, bu zorunlulukla oy pusulasındaki seçeneklerden ibaret görülmemelidir. Oy pusulasında siyasi görüşlerinin karşılığını bulamayan seçmenin, ödev bilinciyle sandığa girmesi ve kerhen oy kullanması biçiminde bir ödev, “oy verme” davranışının zorunlu bir parçası olarak tanımlanamaz. Bu yüzden, kanımca, siyasi görüşlerinin temsil edilmesine müsade etmeyen bir sistem içindeki seçmen için, oy verme davranışı -- en azından vicdanen -- ödev olmaktan çıkar.

Soru: Sandığa gitmezsek, cezası var mı yani?
Cevap: Doğrusu var ancak ben uygulandığının örneğine rastlamadım. Oy pusulasına “Riks budur” falan yazmanın cezası yok ama sırf neşesine sandığa gitmektense bir yaz pazarınızı evde geçirmeyi tercih etmek size kalmış. Ceza konusundaysa, şunu söyleyebilirim en fazla: Muktesebat! (Güzel espri, şimdi Allah için)

Soru: Oy vermek caiz mi?
Cevap: Siyasi yetkinin devri için oylama yapmak aslında fıkhen yanlış değil. Yalnız seçimle “reyis, başkan, amil, amir, şerif ya da melik” seçmeye kalkarsanız, unutmayın ki bu sıfatların hepsini Kur’an Allah’a layık olarak görmüştür. Zaten buyüzden parlementer sistemde halk mebus=vekil tayin eder, o vekiller arasında bir baş (=başvekil) ya da başkan (reyisicumhur) seçilir. Vekiller dışındakileri halka seçtirmenin, vicdanen, çok da matah bir şey olmadığı kanaatindeyiz.

Soru: Verdiğimiz oylar öbür tarafta kovalamasın bizi?
Cevap: Adnan Hoca’ya öykünen bir cevap olacak belki ama, fıkhen “Doğrusunu Yüce Allah bilir, inşaallah” demekten başka elimizden bir şey gelmez J

Soru: Türkiye’de seçimler adil mi?

Cevap: Kesinlikle hayır. Üstelik adaletsizlik de sistemik! Yani “adil olmamak” adına kurulmuş bir seçim sistemi yürürlükte! Bu adaletsizliklerin, kamuoyu tarafından en iyi bilineni “seçim barajı” uygulaması. Ancak bu uygulamanın bile merkezi otoritenin nicel ve nitel yapısını kuvvetlendirme faktörü olarak bir karşılığı var. Ancak bize göre, sistemin en temel sorunu, seçmenlerin aday belirlenmesinde ya da politika oluşturulmasında etkili olmasının imkanına yer verecek en ufak bir düzenleme bile yapılmamış olması. Örneğin, Türkiye-Suriye ilişkileri konusunda ülkemizin izlediği politikayla ilgili tercihini göstermek isteyen seçmenin, bu tercihi sandığa yansıtmak için takip edebileceği hiç bir mekanizma yok. Genel seçimlerde de yerel seçimlerde de, kimi zaman kimi zaman blok halde belli siyasi partilere oy veriliyor ancak verilen oyun seçmenin siyasi görüşünü yansıtmasının garantisi yok. Propoganda çalışmalarında, Suriye konusunda seçmene güven veren açıklamalarda bulunan bir adayın partisine oy verdiğinizde, hele de söz konusu aday listenin alt basamaklarındaysa, desteklemek istediğiniz adayın seçileceğini garanti edemediğiniz gibi, seçilmesi durumunda bu görüşlerin mecliste dile getirilmesini de sağlayamazsınız. Bu yüzden, aslında seçimler, sadece ülkemiz özelinde değil, sistemik adaletsizliğin işler olduğu bütün ülkelerde, siyasi veri ya da gösterge olarak çok da nitelikli bir veri olarak kabul edilecek mahiyette ve hüviyyette değildir, siyaset bilimciler için.

...devam edecek...

27 Mart 2015

İstatistikleri altüst ediyoruz

Seçime kısa bir süre kala, haber siteleri ve internet gazeteleri gümbür gümbür propaganda yarışında... Ben başka mitolojinin gazetecisi miyim, anlamadım... Bambaşka bir iklimde mi doğdum, besmelem mi tutmadı, abdestim mi bozuk... Gazetelerin [1] bu kadar canhıraş bir biçimde "taraf tuttuğu" bir siyasi iklim olabileceğine ihtimal vermiyorum.

Bu tabansız tarafgirliğin en billur noktası da anket haberleri bence... Anketlere bakacak olursanız, seçimin 4 farklı galibi var... Anketlere bakacak olursanız 6 farklı koalisyon kurulacak... Anketlere bakarsanız Türkiye'nin seçmen profili, "Siyaset Bilimi, Oy Verme Psikolojisi ve Siyaset Sosyolojisi" kürsülerini titretecek ölçüde rasyonel.

Felsefeci ve Siyaset Bilimcisi olmak üzere 2 diplom var -- görgüsüzce "ehehere diplomam var ki" anlamında söylemiyorum bunu -- şunu ifade edeceğim; politik insan fenomenini bırakın çözmeyi, kavramaya başladığımı iddia etmekten çok uzaktayım. Yerel ve ulusal mecrada, yayınevleri, gazeteler ve dergilerde yazar, muhabir, sayfa sekreteri ve editör olarak çalıştım, 30 senelik kısa hayatımda siyasete ilişkin öğrenebildiğim şu oldu; ülke yönetimi sandığa emanet edilmez!

Bu konuda akademik olmayan bazı tespitler yapmak için blog'dan daha elverişli ortam yok aslında. Fazla da uzatmadan şunu iddia etmek istiyorum: Emanet edilmemiştir de! Tarih boyunca, asla! Milyarlarca dolarlık ekonomik ve askeri gücün, sandıktan fırlayacak bir çıkıntıya emanet edilebileceğine inanan varsa, hala aynı saflıkla hayatı yaşamaya devam edebilir.

İstatistikler bize tersini söylüyor oysa... "Medyan seçmen", "orta terim", "oy esnekliği" gibi terimlere hiç bulaşmadan şunu söyleyelim; kamuya yansıtılan kısıtlı verilerin niteliği, siyasi muhakeme becerisi açısından yeterli olması imkansız durumdaki "oy vericinin" tercihini etkilemek [2] için elverişli hale getirilir, üstelik bu süreç öyle sofistike biçimde yürütülür ki, gazetelerin iktidarlar ya da muhalefetteki iktidar alternatifleri lehindeki söylem ve eylemleri de, aynı sürecin ortak belirleyicilerinden olabilir. İstenmeyen sonuçlara sebep olabilecek "standart sapmanın dışındaki seçmeni" pasifize etmek için yapay gerilimler icat edilip, ahvalimize ilişkin malumat güzelce rafine edilebilir.

Demem o ki, gündemi meşgul eden polemiklerden, sandığı etkileyecek bir sonuç çıkmayacağına ikna olmaya, siz de başladınız büyük ihtimalle, barınç you?

Notlar:
[1] Gazeteler diyerek yaptığım genellemede, genel itibariyle haber medyasını kastettiğimi hatırlatırım. Mecrası ne olursa olsun, kağıt/radyo/televizyon/internet/telepati...
[2] Seçmen değil, oy verici... Çünkü tercihi, daha doğrusu tercih melekesi gaspedilmiş haldeki kişiye seçmen demek haksızlık olur!

18 Mart 2015

Huxley vs Heisenberg

Dün bir yazı ekledim, ama akşamına fark ettim ki, yazının ilk paragrafındaki “Huxley’nin LSD’li kafası” sözüyle, yazara biraz fazla yüklenmişim... Hepsinin sorumlusu, cümlenin başına “kadim felsefe” sözünü karıştırmamla oldu.

Meseleyi biraz açıklarsam, kimseye de haksızlık etmemiş olurum diye düşünüyorum. İlkin Huxley dediğim kişi yazar Aldous Huxley. Durup dururken adını zikretmiş gibi görünmeme sebep olansa kendisinin meşhur kitaplarından The Perennial Philosophy’nin yakın zamanda Kadim Felsefe adıyla Türkçe’ye çevirilmiş olması. Cümlenin içinde “kadim felsefe” lafı geçince otomatik pilot beni Huxley dolaylarına yönlendirmiş.

LSD meselesiyse yazarın bir başka kitabı olan Algı Kapıları adlı eserin, ceberrut muktedirlerin “muzır” kabul ettiği bazı narkotik maddelerin, bireyin dünyayı algılama ve deneyimleme biçimlerinde yarattığı değişikliğin, evreni anlamlandırma açısından bize başka bir yöntem sunup sunamayacağını araştırmaya adanmış olması. Değinmeden geçmeyelim, kitabın bir bölümünde Huxley, bu narkotiklerle yaşadığı kendi deneyimlerini de okuyucuyla paylaşmış; ki buradan, narkotikleri sadece bu kitaba materyal eklemek için kullanmadığı gibi bir izlenime de kapılıyor insan, zira hayli detaylı tarif edilmiş ve birden çok defa deneyimlenmiş durumları anlatıyor kitapta...

İşte bu bilgiyi aklımızın arkaplanında tutarak Kadim Felsefe’yi okursak, Huxley’nin bu kitaptaki “mistik bilicilik” tavrının, çokça narkotik kullanıldıktan sonra kazanılmış bir tavır olduğunu düşünmeden edemiyorum. Bunun için de, ellibin yıllık kollektif bilinçten söz ettiğim yazıda, bir de işin içine kadim felsefe lafını karıştırınca, ben de sanki bir tür mistik tavır takınmışım gibi hissettim ve Huxley’nin bir “LSD müptelası” olduğu yollu bir espriyle söz konusu cümleyi bitiriverdim.

Okuyucu kendisini kötü hissetmesin, beni ya da Huxley’i ayıplamasın diye şunu açıklamayı kendime bir borç sayıyorum: Huxley’nin LSD müptelası olduğuna dair somut ya da dolaylı bir bilgiye sahip değilim. Kaldı ki, bir çok “muzır narkotik” maddenin yaygara koparmaya değmeyecek kadarzararsız olduğunun giderek anlaşılmaya başlandığı günümüzde, Huxley eğer LSD müptelası olsaydı bile, kendisini kınamak için fazla sebebimiz olmazdı gibi geliyor bana.

17 Mart 2015

Manyak kardeşlerim benim!

“Dünya kötü değil, insan zayıf.” Basit bir laf. Bir çırpıda söyleniveriyor, o yönden de basit. Bu lafı bulması yahut uydurması da çok zor olmasa gerek. Elli bin senelik kollektif bilinçten akıp geliyor. Bir kadim felsefe ki; derinliği olduğunu sorgulamak için Huxley’nin LSD’li kafasına [1] da sahip olmak gerekmiyor. Basitliğinden bahsederken, şunu da belirtelim, yalın ve sadeliği kadar, dolaşıksızlığı ve “primitifliği” de kastediyorum. Ama çoğu zaman olduğunun aksine, olumsuz anıştırmaları akla getirmeksizin...

Dün akşam, bir süredir her Pazartesi akşamı olduğu gibi, televizyon izledim. Sıcağı sıcağına blog’un başına oturuverdim hemen. Çünkü, bir çok okurun bilemeyeceği bir şey yaraladı beni: İlk prova!

İlk prova derken, gazetedeki ilk prova... “Bilgisayara çıkmayacak bu gazete, kağıt üstünde bir görelim hele” demek, A3’e sayfanın siyah beyaz ilk provasını basıp karşısına geçmek... Bunlar, gazetede/dergide/yayınevinde çalışmamış kimseleri ne kadar etkiler, orasını bilmem. Koca koca adamların “kağıt üzerinde görmeden karar veremedikleri halde” yine de kendilerine “gazeteci” demeleri de ironiktir zaten ama...

Yaraladı beni. Bilhassa da Nâzım’ın “... bana layık patron da bu ülkede yok...” demesi çok yaraladı. Birilerinin kendi vasatlıklarını meşru kılabilmek için, seri bir biçimde vasatlık ürettiği; vasat satanın iyi satıcı, vasat alanın da bilinçli tüketici olarak kıymet gördüğü bir çağda; yani bu çağda... Vasat editörlerin, beni olduğu gibi belki sizi de, kendinizden şüphe etmeye sevk ettiği olmuştur, bilinmez.

Olduysa da olmadıysa da... “Dünya kötü değil, insan zayıf” dedikten sonra, bilemedim ki ben, kendi emeğinden şüphe etmeyen Nâzım’ın ayırdına vardığı “bana layık patron yok” önermesinin de mi, acaba içi boş?! Çünkü; bana oldu. Kendimden şüphe ettirdiler. Düzenli olarak da ettirmeye devam ediyorlar zaten. Ama böyle sudan sebeplerle hatırlıyorum bazen, şüphe edilmesi gereken şeyin, “Vasatlık Üretim A.Ş.” adına çalışanlar olduğunu. Onların hakikatinin şüpheye değer ve onların erdeminin müphem olduğu, onların sadakatlarinin kaypak ve onların dürüstlüklerinin çok “ucuz” olduğunu...

O zaman, Nâzım’ın bana da bir cevap borcu yok mu? Neresi kötü değil bu dünyanın; ve nerede, bu tekasürün deveranına gark olmamaya karar veren, benim zayıflığım. Allah aşkına söyle Nâzım Burak!

Notlar:
[1] Huxley ve dumanlı kafa yakıştırması, okuyucumu rahatsız etmesin diye kısa bir açıklama yazdım, bir zahmet onu da okursanız memnun olurum...

20 Şubat 2015

Oğlanla kız

- Bana karşı mı yaptın bu işi?
- Ne kadar saldırgan bir soru. Bunu düşünmene sebep olmak bile şaşırtıyor beni. Bazen dile getirilmemiş sözler vermez miyiz birbirimize? Ben de, daha en başında, seninle aynı tarafta olacağıma söz vermiştim.
- Ama bunu hatırlatman kadar saldırgan değildi benim sana o soruyu sormam!
- Belki de haklısındır; belki seni çepeçevre sarıp kuşatan, mevcudiyetini tahakküme alan bir cevap oldu.
- Bir cevap vermedin ki bana. Benim sana saldırdığımı düşünürek misilleme yaptın sadece!
- Olabilir; ilk günden itibaren birbirimize azar azar incitiyor, azar azar yıpratıyor bile olabiliriz. Ama bu, ikimizin de taraf değiştirebileceği anlamına gelmez, gelmemeli.
- Taraftan söz etmek ne kadar da yersiz. Üstelik sana taraf değiştirdiğini kastetmeksizin sormuştum, bana karşı olup olmadığını.
- Nasıl olabilirim? Nasıl sana karşı olabilirim? Ben seninle aynı tarafta olmaktan işte bunun için söz ettim! Bir seromoni, bir tören edasıyla olmak zorunda değil her şey, ama bir şekilde, asla sana karşı olamayacağım anlamına gelmeli seni sevmem.
- Peki beni üzeceğini bile bile, benim hayattaki durumuma karşı olan bir tutum içine girmenin; taraf değiştirmekten başka ne anlamı olabilir?
- Sana olan sevgimden şüphe edemeyeceğime göre... Olsa olsa, kendime sadakattir bu!
- Sevmekten söz eden birisi için sadakatini sevdiğine değil de kendine gösteren, bencil bir tavır takınmanın arkasındaki çelişkiyi sadece ben mi görüyorum acaba?
- Asla, sana "karşı" tavır almadığımı kabul etmeye istekliysen, şunu da aklından çıkarma: Kendime olan sadakatimi örselediğim müddetçe bir başkasına da sadık olmaya devam edemem! Sırf seni sevdiğim, sırf senden tarafa olduğum ve sırf sana sadık kalabilmeyi istediğim için... Sadece bu niyetle, kendime sadık kaldım işte.
- Sadece söz bunlar; fedakarlık içermeyen bir sevginin içindeki sadakatin mahiyetinden şüphe etmekte haksız değilim.
- Bir şüphen varsa eğer, ve bu şüphen sadakattense, yaptığımın tam tersini yapsaydım olabilecekleri düşün önce. İpimi ondan sonra çek.
- Niyetim ipini çekmek olsaydı, inan bana, sadakatinden de sevginden de söz etmene müsade etmezdim. Ama kendi kendisiyle bu kadar dolu olan birinin sevgisini yüklenmenin erdemini de sorguluyorum artık sayende...
- Ne mutlu bana, sevginin bir başka türünü gösterebildim sana. Ve ne mutlu sana, acı çekerek de sevebilmeyi tecrübe ettin sen de.
- Bu tecrübe bir "sevmeye" mâl olsa bile mi?
- Pişman mısın yani beni sevdiğine?
- Belki, bana karşı daha özverili olmadığın için pişmanımdır.
- Yani sevgimize, "benim yapmadığımı" düşündüğün bir şeyden pişmanlık duyduğun için mi şüpheyle bakıyorsun?
- Kendi yaptığım bir şeyden pişmanlık duymaktan daha iyidir; senin yapmadığın bir şeyden pişmanlık duymak!

devam edecek...

15 Şubat 2015

Blog haftasonu tefekkürü

Bloglar Cumhuriyeti'nde yeni bir gün. İfade özgürlüğünün damarlarımızdan taştığı, rögar kapaklarını çatlatıp telefon hatlarını kilitlediği bir çağda yaşıyoruz (!!!) Bütün organizasyonlar, artık her türlü sosyal medya mecrasında olmak adına birer blog/tumble açmışlar... NBA'den idefix.com'a kadar herkesin bir blogu var. Bunu kendime (ve size de) not olarak yazıyorum: Blog artık meşru bir mecra olma konusunda rüştünü ispatlamak üzere.

Ama herşeye rağmen kişisel bir alan olmaktan öteye henüz gidemedi blog. Belki de görüşlerin birikimli çoğalmasını kolaylaştırdığı içindir; günümüzde "kolektif" mecralar daha çok iş görmeye devam ediyor. Türkçe'de çok kuvvetli bir "ekşisözlük ve klonları" hareketi var, İngilizce'de bunun en sofistike örneğiyse (benim bildiğim kadarıyla) reddit.com. Ayrıca Web 2.0'ın en etkili iki mecrası hala "forum" ve "wiki" olmaya devam ediyor; bununla birlikte wikilerin ülkemizdeki bilinirliği Wikipedia ile sınırlı ve Türkçe Viki sayfası (her türlü iyi niyetli çabaya rağmen) aşırı cılız.

21. asrın ikinci onyılının ilk yarısını arkamızda bırakırken varıp geldiğimiz noktanın, internet medyası açısından ilk ayağı kısaca bu. Geniş kullanıcı havuzuna rağmen "elegant" bir içeriğin üretilemediği sosyal medya sitelerini zaten konu dışı bırakıyorum zira twitter ve facebook dediğimiz şeyler "menemen fotoğrafı paylaşma ağı" olmaktan öteye gitme çabasında değil.

Bu özeti takiben; blogun ne kadar yetersiz kaldığını anlatmak için kılı kırk yaran analizler, detaylara boğulmuş tahliller yapmaya gerek yok. Blogun güdüklüğüne bir neden, yukarıda değindiğim kişisellikse, diğer neden (bence) odak eksikliği, ya da blog odağının yönetilmesi konusundaki profesyonel yönlendirmenin yetersizliği. Günümüzde; bir kaç başarılı blog haricinde; sadece kişisel bloglar değil tematik ve kolektif hazırlananlar da dahil olmak üzere; Türkçe bloglar arasında nitelikli bir içerik üretebilen, devamlılk arzeden ve ufuk açıcı bir üslubu benimsemiş örneğe rastlamak kolay değil. Başarılı olanların ortak noktasınıysa, ben, basın ve yayın dünyasındaki profesyonellerin elinden çıkmış editöryel tutum olarak görüyorum (Tabiidir ki bu kanaatimi pekiştirecek nitel ve nicel gözlemler falan yapmış değilim, sadece bir zândır bu ve bir övgü olduğunu da düşündüğüm için "hüsnüzândır" aynı zamanda).

Tek tek blogları inceleyecek yerimiz ve zamanımız yok hiç birimizin sanırım; blog denizi okyanuslardan daha büyük. Yalnız, kimin elinden çıkıyor olursa olsun blogların tamamında görülen öznel üslup ve gayriresmi lisan özelliklerini, asrımızın "entelektüel biyopsikososyal çevresinin" bir ayırt edici özelliği olarak kabul etmekte fayda olacağına inanıyorum. Sadece bugünün değil geleceğin araştırmacıları da blogları okurken bu düşünceyi zihinlerinin arkaplanında tutarsa, bazı şeyleri gözden kaçırmamak adına temkinli bir tavır takınmış olurlar diye düşünüyorum.

Bu çok kısa, hatta özet bile olamayacak kadar kısa değerlendirmeden hareketle asıl varmak istediğim noktayı da (el yordamıyla bile olsa) seçebilir hale geldiğimize inanıyorum. Sanırım, her ne kadar yeni nesil medya mecralarına her gün bir yenisi ekleniyor olsa da, henüz blog yazarlığının sınırlarını tam olarak görebilmiş ve anlayabilmiş değiliz. En mükellef blogların bile güdük kaldıkları, içeriklerini tatminkar bir hale getirmek için geleneksel/konvansiyonel medya tekniklerine sıklıkla başvurdukları, ayrıca deneysel çalışmalarda bulunanların bile mevcut yazın tarzlarına karşı devrimci bir tutumdan çok reformcu bir sempatiyle yaklaştıkları da düşünülecek olursa, bu sınırları tespit etmek konusunda çok da yol alamadığımızı iddia etmek de mümkündür. Bana göre "blog ölmedi, daha yeni başlıyor" diyecek olursak, çok da yüksek perdeden eleştiri almayız.

Okuyuculara yönelik bir ricayla bu yazıyı (şimdilik) noktalamak istiyorum. İçine girdik ama çıkıp bitirdiğimiz sanılmasın diye belki de... Bu konuda görüş bildirmekten lütfen çekinmeyin! Daha önce açıkladığım üzere, kendi blog'umdan etkileşimli seçenekleri kaldırmıştım; yani görüşlerinizi blog altına yorum olarak yazmanız mümkün değil. Bunun için; ve konumuzun da hususiyetle bloglar olması sebebiyle; düşüncelerinizi kendi blogunuzda yazarak paylaşır, bu yazının link'ini kendi yazınıza ekler ve kendi yazınızın linkini de bir e-posta aracılığıyla bana bildirseniz, bloglar hakkında bloglar aracılığıyla görüş alışverişi yapmış olmamız da mümkün olur.

İlk bakışta çok entel/derin/feylesofik...miş gibi görünen ama okudukça feylesofik değil de "sikimsonik" olduğunu anladığınız halde sonuna kadar yılmadan okuyarak geldiğiniz bu tuhaf yazıyı da böylece bitiriyorum. Ama dediğim gibi, konuyu da kapanmamış sayarak...

07 Şubat 2015

10 adımda aşkı bulun

Birilerini beklerken vakit geçirmenizi kolaylaştırmak üzere dev gibi bir endüstri kurulu. Bu önceden saçmasapan dergilerdi, şimdiyse onların tamamından daha saçmasapan sosyal paylaşım siteleri aynı fonksiyonu üsleniyor.

Bu mecralarda en çok ilgi uyandıran konular da duygusal konular oluyor. "10 adımda sevdiğiniz kadının gönlüne girin" gibi başlık, her zaman "Yeni Yerel Yönetimler Yasası ne getiriyor" başlığından daha çok ilgi çekiyor.

Pekiyi, bu başlığın arkasında ne var? Tıklayınca ne okuyorsunuz... Şöyle şeyler değil mi nihayetinde:
  1. Kendin ol, olduğun gibi ol!
  2. İlk maddedeki tavsiye nasıl sonuçlandı? Fiyasko mu? Tahmin etmiştim. Onun için 10 tane şey yazdık buraya... Okumaya devam
  3. İlgi duyduğunuz kızın sevgilisi, nişanlısı ya da kocası mı var? Bu durumda bazı sorulara samimi cevaplar vermeniz gerekebilir. Sizden daha başaralı mı? Sizden daha yakışıklı mı? Daha uzun? Daha zengin? Eğer kızın yerinde olsaydınız, sizinle mi birlikte olmak isterdiniz yoksa o adamla mı? Eğer kendi yerinizde olsaydınız, sizinle mi birlikte olmak isterdiniz yoksa o adamla mı? Nonoş musunuz? Hafif bi kıllandım senden ben!
  4. Kendinizi öne çıkaran, sizi ahalinin geri kalanından ayıran yanlarınızı bulup ortaya serin. Yalnız burada kast ettiğim, haliniz tavrınız, en olmadı "tarzınız"; yoksa alnınızdaki penis şeklindeki doğum lekesi ya da sol ayağınızın 2 tane baş parmağı olması işe yaramayabilir
  5. İlgi duyduğunuz kızla masumane, küçük temaslar; mümkünse fiziksel temaslar kurmak için her fırsatı değerlendirin. Mesela koluna, omzuna falan dokunun, ya da hareket ederken size çarpabileceği kadar yakınında durmaya çalışın. Eğer benzeri bir çaba gösteriyor ve size temas etmekten kaçınmıyorsa, iyiye işaret! Eğer "cık cık" diyerek hemen metrobüsten indiyse, siz de bir durak sonra inip topuklayın. Çok pis dayak gelebilir, "Ford var beyler" diye odunu ver edebilirler belinize...
  6.  Kadınlar gizemli erkekleri sever. Sizi merak etmesini sağlayın. Uzaklara uzun ve boş gözlerle bakın, sık sık ortadan kaybolup "bir işim vardı" diyerek aniden dönün. Gizemin dozunu iyice arttırmak için facebook profilinizi kapatmak, telefonunuzun pilini çıkarıp tamamen ulaşılmaz olmak hatta başka bir şehre taşınmak da iyi bir seçenek olabilir.
  7. Onun yerine cesur olabileceğinizi ispatlayın, küçük kahramanlıklar yapmaya çalışın. Örneğin mahallenin bıçkınlarından, klasik "kıza asılma-sizin gelip durumu kurtarmanız" biçiminde bir mizansen hazırlamaları için yardım alın. Burada püf nokta, söz konusu mahallenin Ankara-Çinçin-Örnek Mahallesi olmamasına dikkat etmek!
  8. İlgi alanlarını öğrenip ortak faaliyetler ya da sohbet konuları yaratmak da hayli geçerli bir tavsiye. Bu konuda da sosyal internetten yararlanabilirsiniz. Twitter follow'ları ya da Facebook'taki like'larından ilgi alanlarını öğrenip, günlük konuşmalarda laf arasına katmaya çalışın. Örneğin; "Burcucum, Bülent Ortaçgil konserine biletim var gelir misin? Konserden sonra Bahse Girerim En Büyük Türk Atatürk Diyen 1 Milyon İnsan Bulabilirm! Kiraz Mevsimi de geçti ama bir ara Kedi Köpek Manyakları'nın arasına karışıp Kıvanç Tatlıtuğ Kenan İmirzalıoğlu, Tatlı Tarifleri WTF WTF AMK"
  9. Kadınlar duygu ve düşüncelerini anlatmayı çok sever; bunları paylaşabilecekleri iyi bir dinleyiciyle birlikte olmak isterler. Şehirdeki en iyi terapistlerin muayenehane numaralarını öğrenmek işinize yarayabilir. Profesyonellere şans verin!
  10. Hiç bir şeyi aceleye getirmeyin. Fazla hevesli ve istekli davranarak olduğunuzdan daha sabırsız görünmeyin. Kararlı ve sağlam, yavaş ama kendinden emin adımlar atın. Bu konuda beni örnek alabilirsiniz mesela... O kadar yavaş adımlar atıyorum ki, liseden beri kız arkadaşım olmadı. Bu hızla gidersem büyük ihtimalle 58 seneye kadar Karen Gillan ile nikah masasına oturabilirim.
Hayatınızdaki saçmasapanlıktan kurtulmak için ben size tek bir adım öneriyorum: Akıllı telefonunuzu atın çöpe gitsin. Akıl adama lazım, telefona değil!

Not: Yazıdaki saçmasapan kelimesi kasten bitişik yazılmıştır.

17 Ocak 2015

Bakkal Dükkanı Cumhuriyeti ve Veresiye Defteri Anayasası

Kol mesafesi eriminde... Kısacık... Uygarlık, bir uçak bileti kadar uzak. Çekip gittiğinizde; hem evrenin, hem Tanrı'nın hakkını veren yerlere ulaşmak işten bile değil. Kaldığınızdaysa her şey ömür törpüsü... Musluktan akan su ömür törpüsü; şikayet edecek olsanız "Musluğun olduğuna dua et" diyesiler... Benzin para etmez olduğu halde, yine de pazardan alış veriş yaparken hıyarın, pırasanın fiyatında hala "mazot fiyatı" etkili olmaya devam ediyor; şikayet edecek olsan "Akaryakıt strateji planımız olduğuna dua et" diyesiler... Adı "Uygar" kendi köleci Avrupa'nın göbeğinde tekbirlerle insan patlattılar, dünya bir ateş yerine döndü çoktan, bizimkiler sadece yürümeye gelince varlar ama can güvenliğinden şikayet edecek olsan "Başımızda devletimiz olduğuna dua et" diyesiler...

Her şey için dua edeceksem, kapatalım memleketi, atalım anahtarlarını da çöpe... Bütün ülkeyi dev bir mescide çevirelim, lüzumlu lüzumsuz her şey için dua edelim... Nerede kaldı bunun töresi, örfü, yasası demeden... Adem babadan beri sürgit insan devinimini hiçe sayarak... Yüzlerce yıl karanlık çağlara hapsolmuşken bir asırda binlerce yıl ileri fırlayan, Avrupa icadı "eleştirel akıl" sahibi olmayı "İstemezükçü" diye yaftalayarak...

Kapatalım gidelim, bakkal dükkanı gibi yönetelim o zaman memleketi... Para tek bir kasadan toplansın, ekmeği sütü veresiye alalım... Haksızlık/usulsüzlük olursa açıverelim kargacık burgacık yazılmış bakkal defterini... Öyle bir defter olsun ki, bakkal önlüğünü kim giydiyse sadece onun okumasına izin verilsin, başka kimse bilmesin o kara kaplıda yazanları...

Ondan sonra da bu düzenin adına "Yeni Türkiye" diyelim, düzenin başındakini de "Siyasetin Büyük Ustası" diye alkışlayalım.

Bana göre hava hoş ama, sonunda eller aya biz yaya diye ağlamak için de Derviş Serhat Efendi'nin kapısında ünlemeyin; Kuran hakkı için söyleyim, kalbinizi kırarım!

10 Ocak 2015

Yeni Türkiye ve "Yapacak Bir Şey Yok" Bürokrasisi

Yapacak çok şey var, ama yapmaya niyet olmadıktan sonra... Elbette söylenecek söz "Yapacak bir şey yok" oluyor. Kim icat ettiyse bu berbat bahaneyi, binlerce yıllık medeniyetimizin belki de gelip en müreffeh dönemine eriştiği şu çağı, çözüm üreten değil de çaresizliği yücelten bir hale ulaştırdığı için, madalyaların en büyüğünü hak ediyor bence. Çünkü tarihimizde ilk defa, işi sorunlarımızı çözmek olanlar, çözüm üretmek yerine sorun ürettikleri halde, sorumluluklarından sıyrılmak için öyle sağlam bir mazaret ileri sürebiliyorlar ki; bu "gelmiş geçmiş en sofistike" mazareti semantik açıdan yıpratmanın yolu yok! Bir kere "yapacak bir şey yok" dedikten sonra, her türlü beceriksizliği, basiretsizliği ört bas etmeyi başarıveriyorsun. Sen artık, sorunu çözmediği için eleştirilebilecek bir durumda değilsin. Çünkü, elinden ne gelir ki; "yapacak bir şey yok!!!"

Burada asıl kastedilenin "bir şey yapmama gerek yok" olduğu çok aşikar bence. Kar yağar, enerji nakil hatlarındaki teller kar ağırlığı altında eğilip birbirine deyince elektrik kesilir, günlerce karanlıkta ve soğukta bir çözüm beklersin... Yetkilierden şaka gibi bir "yapacak bir şey yok" mazaretini duyuverirsin. Aslında yapacak çok şey vardır; tellerin kar ağırlığında bükülmesini zorlaştıracak şekilde döşenmesi, hatta büyük oranda yer altına alınması mümkündür, elektrik verilmeyen bölgelerdeki tellerin kardan temizlenip, oluşan kısa devrenin giderilmesi mümkündür... Mümkün kere mümkündür yani...

Ama yetkililerin bunlara yanaşması, ne yazık ki, pek mümkün değildir. Çünkü gerekli değildir. Yetki sahibi olmakta kriter sorumluluk üslenecek ve çözüm üretecek yeterlilikte olmak, ehil olmak değilse... Kriter "bîtaraf olan bertaraf olur" mottosuyla birilerine taraf olmak, biat edip el etek öpmekse... Yetkili olmak, makama erişmek ve orada kalmak için "bir şeyler yapmanıza gerek yoktur." Onun için ağzınızdan asla düşürmezseniz bu mazareti: "Yapacak bir şey yok!!!"

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası