25 Kasım 2016

My Music klasörü 1TB olanlar, birleşin...

...iPod'larınızdan başka kaybedecek bir şeyiniz yok!

Evet, Marx'ın da kemiklerini sızlattığımıza göre, meramımıza geçebiliriz.

Bilgisayardan bilgisayara, hard diskten hard diske, flash drivedan flash drive taşına taşına bîhal olan her vatan evladı gibi, bendeniz de "Ulan şu duplikeytlerden bi kurtulamadım, rahat 200 cigabayt dublikeyt vardır omunyum" diyerek bir bahar temizliğine giriştim... Yine... Belki de 69. kere...

Tabii şu var... Şimdiye kadar belki, yani bu 68 bahar temizliğinin tamamında, sildiğim dosya boyutu belki gerçekten 200 GB seviyelerine gelmiştir gelmesine de... İmkanı yok tabi bir seferde 200 GB duplicate bulmanın.

Ama şu da var... Dosya yönetimine yardımcı olan tonla programı detayıyla incelediğimde ulaştığım sonuç şu oldu dün akşam, yaklaşık saat 23:55 civarında; çünkü 40 yaşında (34) Diferansiyel Denklemler sınavı kötü geçmiş bir insanım (sorular kolaydı) ve benim durumumdaki her insan evladı gibi ben de hard disk'lerimdeki arşiv boyutunu azaltmanın çok sağlıklı bir tepki olduğuna inandım!

Evet, uzatıyorum, cümlenin de denetimini yitirmişim, kısa kesmeliyim.

Vakîa, gece gece ulaştığım sonuç şu oldu, "My Music" klasörü kabara kabara 1TB olmuş dostlar... Hayli büyük olacağını sandığım, ama araştırmaya korktuğum "Dublicate cehennemi" ilavesiyle birlikte elbette... Üstelik, 2-3 kezden fazla dinlemediğim albümlerden oluşan devcileyin bir arşiv meydana getirerek...

Ne bu MP3 şımarıklığı?! 

Aslında şu, burada hayli onulmaz bir kuşak farkı var.

Genç nesilin böyle bir MP3 arşivi olacağını sanmıyorum. Yaşı 20-22'den falan küçük olan hayli kalabalık bir insan topluluğunun, MP3'ün tam olarak ne olduğunu bilmediğini bile iddia edebilirim ya... Dijital müzik "arşivlerinin" de büyüklüğü sanıyorum bir kaç GB seviyesinin üstüne de çıkmıyordur.

MP3'ler üzerinden yapılabilecek bir tespit var. Yaşı 27-28 üstü olanlar gayet iyi bilirler, memlekette internet "var ama yokumturak" bir seviyedeyken, "hekır programları varmış, beleşe internetten şarkı indiriyorlarmış bebeler!" söylentisiyle başlamıştı her şey bizim için. Ortaokullarda, liselerde, grup grup ayrılmış; müzik türlerine, sanatsal akımlara, albüm yıllarına göre sınıflandırılmış MP3'leri buldukça indiriyor, kendimiz dinlemeyeceksek bile, dinlemek isteyen bir arkadaşımıza "Diskete" ya da yeterince zengin olanlarımız için, CD'ye çekip paylaşıyorduk.

Çünkü, her istediğimiz zaman, her istediğimiz şarkıyı bulma lüksümüz yoktu...

iTunes'lar, YouTube'lar bizim için fanteziydi. Yokluktan hepimiz istifçilere dönüşmüştük, çöp ev haline gelen evler gibi, bilgisayarlarımız da mp3 çöplüğü haline gelmişti.

Bir diğer tespit de, sanatın ve özelinde de müziğin karakteristiğindeki değişimden yapılabilir. Müziğin bu kadar kolay ulaşılabilir kılınması, acaba gerçekten de ana-akım dışında kalan sanatçılar için de bir fırsat eşitliği yarattı mı? Çünkü, belli bir dönemden sonra, bu yeni nesil "indie" hercümerci öyle bir şiddetlendi ki, kısa sürede bağımsızın nerede başladığı, eğlence sektörünün nerede bittiği belli olamaz hale geldi.

Müziğe aşırı doymuş bir müzik piyasası, kendi başını yiyen Şahmeran misali, yarattığı erişilebilirlik yanılgısı arkasında kayboldu gitti. Öte yandan, bu erişilirlikle işe olmayıp, müzik beğenilerini tatmin etmek için biraz "araştırma" yapmaya alışık olanlarımız, sürekli elde edemeyecekleri müzik eserlerine bir kez ulaşınca, gelecekte de ulaşabilmek adına, eskiden kalma bir refleks ile, arşivci yeteneklerini sergilediler ve yığının üzerine yeni MP3'ler atmaya devam ettiler...

Bugün gerçekten kimsenin MP3 indirmesine, arşivlemesine gerek yok gibi görünebilir... Öte yandan benim dinlemek istediğim "Uncored Fussion Indie Rock" gruplarını öyle Fizzy'de falan bulmanın da imkanı yok. Bazıları, bazen, ve sandığınızdan daha nadir bir biçimde, konvansiyonel anlamda bir albüm sözleşmesi imzalar da, bilinirliği düşük bile olsa, bir dağıtımcıyla bu albümlerini pazarlamanın bir yolunu bulurlarsa, belki o zaman şarkıları müzik paylaşım uygulamalarına kadar gelebiliyor.

Ama "unaffiliated" sanatçıları dinleyen, azıcık "şahsına münhasır" bir dinleyici kitlesi var ki, onlar favori müziklerine hala forumlarda link paylaşarak ulaşmaya çalışıyorlar. Ve bu yüzden müzik arşivleri "kilo kilo bayt bayt, tera tera bayt bayt" oluyor.

Hmmm, "lafı uzatmayım" dedikten sonra 490589458930 satır daha yazmışım, gevurun "wall of text" dediği naneye döndürmüşüm blog'u...

Potato!

17 Kasım 2016

Çünkü sen her şeyin en iyisini biliyorsun Türkiye

Kitabı okumayan (sanırım) turuncu kıyafetli olan... Diğerlerine yüklenmeyin bari...

kabir ölüyle dolu
kadeh rakıyla
"biz de doluyuz" derler
bes doludurlar
ağızlarına kadar lakırdıyla
- nazım

Biliyorum, güncelliğini yitirdi ama... Ben de meşguldüm, zamanında giremedim.

Yazıyı oldukça ileri bir tarihte okuyacak olanlar için biraz özet geçeyim... Geçen ay, işi magazin haberlerini sunmak ve yorumlamak olan bir kadıncağız, detayını da bilmiyorum ya, bilmek ve öğrenmek de istemiyorum ayrıca, nereden icap ettiği önemsiz ama, Kürk Mantolu Madonna ile ilgili bir yorum yapmaya çalıştı. Ancak romanın, amerikan dansözü Madonna olduğunu zannettiğinden büyük bir gaf yaptı.

Ve yer yerinden oynadı.

O günden beri kadına yüklenen yüklenene... Hatta, ilk günler ben de azıcık saydırmıştım, yalan yok. Ama olay kıas sürede çığırından çıktı. Ciddi bir linç kampanyasına dönüştü. Bir ara Twitter'da World Trend listesine kadar girdi.

Sabahattin Âli'nin adını, ölümünden 80 sene sonra yeniden meşhur eden ve nereden bu 2010'lar popülerliğini kazandığını bilmediğim, incecik ve şahsi kanaatimce Sabahattin Âli'nin en iyi işleri arasında da yer almayan (lütfen taşlamayın) Kürk Mantolu Madonna, Starbucks'ta fotoğraf çekilmelik bir kitap seviyesine indirileli 2-3 sene oluyor.

Yani şunun şurasında 2-3 senedir varlığı bilinen, öğrenilen ya da yeniden hatırlanan bir kitap...

Yani... Aslında 2-3 sene öncesine kadar, sadece dar bir zümrenin, edebiyatla ilgili, sanat ve felsefeyle ilgili dar bir çevrenin varlığından haberdar olduğu... Ama yeninden popüler olunca aninden herkesin sahiplendiği bir kitap...

Bu kadıncağız, belli ki bu trene yetişememiş... Duymamış işte kitabı. Komik değil, üzücü değil, gayet normal bir durum.

Keyifli bir okuma, evet, ama Türkçe'nin köşe taşlarından birisi de değil ki bu uzun öykü... Âli'nin yazdığı milyonlarca satır varken, onu belki de en az temsil eden bu kitap üzerinden bir edebiyat eleştirisi inşaa etmek bana mümkün görünmüyor...

Ama, vay sen misin benim bildiğim bir şeyi bilmeyen! Yüklenen yüklenene! Vurun abalıya, tarzı bir linçe dönüştü olay adeta...

"Sen nasıl olur da bu önemli ve güpgüzel romanı bilmezsin, aşağlıklar insanı" şeklinde, öfkesini kustu herkes kadıncağıza... Zavallı kadın enetelektüel kifayetsizliğimizin bütün hıncını tek bir gafla taşımak zorunda kaldı.

Linç trenine herkes katıldı, en insaflı olmasını umduklarınız bile...

İyi de...

Bir de benim durumumu düşünün, vicdansızlar...

Kütüphanemde 5000 kitap tozlanıyor, dönüp dolaşıp kendimi yine bir kitapçıda buluyorum, sık kullanılanlarda instagram falnn değil düpedüz idefix var bende..

Sanırsın bütün ülke James Joyce'u bitirdi de Milan Kundera'ya mı geçsek acaba derdinde... Kahveyle instagram resmi çektirmek için haspel kader okuduğu kitapla artizlik yaptı herkes...

Ama beni de düşünün ya, azıcık beni de düşünün...

Ben ne yapam? Benim, herkesten, sizin bu Funda hanımdan nefret ettiğiniz kadar nefret etmem lazım. Size bir okuma listesi çıkarsam, yüzde 40, yok ya, yüzde 10 kadarını okumuş olanlardan bir halı saha takımı oluşturacak adam toplayamam...

Ben ne yapayım... Hepinizin adını tek tek verip rencide etmek için twitter yetmez, 140 karakter sınırı var neticede...

Sizin bu çakma entelliğinizin seline kapılsam, benim cinayet işlemeye başlamam lazım...

Velhasıl, zavallı insanlara yüklenmeden önce, size de birilerinin yüklenebileceğini unutmayın...

"Ben de çok şey değilim ama bu kadar da şey değilim yaaaneee" diye düşünüyorsunuz ya...

Aslında o kadar da şeysiniz...

16 Ekim 2016

Bu yıl günü gününe çalışıcam

Semih Cumhuriyeti Cumhurbaşbakanı Semih ve Hayat Felsefesi

Sosyal medyada aktif olmadığımdan sık sık bahsediyorum. Blog da eskisi kadar aktif değil. Ciddi ciddi blogger'ı terk etmek ve yıllardır ekleme yapmadığım Wordpress'e dönmek gibi bir niyetim var.

Bence insan çok önemsiz bir varlık. "Yapabildiklerimiz" yanında "mevcudiyetimiz" çok küçük kalıyor. Var olmadan varolmanın yolunu bulmak, belki de filozofların en büyük düşü... Başarmaya yaklaştığımı ya da bir çözüm yolu önerebileceğimi sanmıyorum. Ama kendimce bir yöntemim var; dikkat çekmemek.

Hayatın her alanında, "radarın altında" olmam gerektiğine inanıyorum. Sadece "sokaktaki adam" ya da "sıradan vatandaş" olarak değil üstelik, felsefeci, mühendis, siyaset bilimci, gazeteci ve yazar olarak da... "Radarın altından uçan bir yazar" olmam gerektiğine inanıyorum.

Ama, tarih boyunca yazıya ve yazmaya hiç önem vermediğimiz halde, son yıllarda bir "yazı pornosu" başladığından ve her porno gibi bu pornonun da en yoğun dağıtldığı ortam internet olduğundan, en azından internet ortamında radarın altında kalmam olası görünmüyor.

Durum bu olduğu halde, onu kısmetim olarak görüp kabullenmekte acele ettiğimi itiraf etmem gerek. Dikkat çekmediğim doğru ama, bakmak isteyen bir göz için yeterince fazla ayak izi bırakıyordum arkamda. Gerçi ayak izlerimi, hem de bile isteye bıraktığım zamanlarda her şey pek bir temizdi. Facebook'un ilk zamanlarını hatırlayın, "thefacebook.com" olduğu zamanları... O zaman arkanızda iz bırakmanın sorun oluşturmadığı çok belliydi. Şimdi öyle mi?

Sen de naziymişsin haydeger, senin de varlık ve hiçliğin yalanmış...

İnternette fazla şey paylaşıyoruz. Paylaşayı bu kadar seviyorsak, neden talihimizi değil de son yurt dışı tatilimizi paylaşmayı tercih ediyoruz? "Sosyal medya ve psikoloji" konulu ahkam kesecek değilim. İsteyenler için bir kaç "okuma ödevi" linki eklerim gerçi, konumuz o değil...

Facebook'a bakın, Twitter'a bakın... Benim hesabım yok ama Instagram'ın ya da diğer sosyal medya ortamlarının da durumunun farkındayım. Eğlence için fotoğraf paylaşanlar, evet var... Ama durum 2008'dekine azıcık bile benzemiyor ki!

İletişimin gücünü darbe akşamı gördük. Özgür basın ve internetin darbeyi engellemeye ne kadar yardımcı olduğunu yaşadık. Buna rağmen, iki hafta geçmeden biberli menemen fotoğrafına geri döndük. Bu muydu çıkaracağımız ders.

Evet, yazdıklarıma ulaşmanızı sağlamak için sosyal medyayı kullanmam, hem de iyi kullanmam gerekiyor. Ama söyleyin bana, bu kadar menemen fotoğrafı arasında, yazdıklarımın ne şansı var ki?! Ve sadece benim yazdıklarımın da değil üstelik. Sosyal medyada değilseniz dünya üzerine bir yer teşkil etmiyor gibisiniz. Evet. Ama sosyal medyanın bu halinde, yaptıklarınızı yapmaya devam ederek bir yer kazanmanızın değeri var mı?

"Yer yüzündeki iletişimi topyekün değiştirecek" dediğimiz internet, bunu gerçekten başardı mı? Sosyal medya, ana-akım medyanın yerini aldı mı?

Görünen, ne yazık ki öyle olmadığı... İnternet ve gelişen bilişim teknolojileri, iletişimin sadece biçimlerini değiştirdi, ya da sathını genişletti. Nicelik olarak yaşanan büyümenin nitelikteki yansımasını izleyebileceğimiz bir ölçeğin varlığından söz etmek mümkün değil.

Eskiden ev kadınları peçetelere yazdıkları yemek tariflerini paylaşırlardı, şimdi onun yerini yemek blog'ları aldı.

Kötü bir şey mi? Hiç de öyle değil, yanlış anlamayın. Blog okuyarak yapmayı öğrendiğim yemekler (egzotik ya da füzyon değil, bildiğin zeytinyağlı ev yemeği) için internette minnettarım.

Ama bu değişiklik, iletişimin içeriğini değil sadece arayüzünü değiştirdi. Evet, bugün email'siz, SMS'siz, hata SKype'sız, FaceTime'sız ve elbette Whatsapp'sız bir dünya düşünemiyoruz. Ama arkamızda bıraktığımız ayak izlerimiz de nihayetinde biberli menemen fotoğrafı olmaktan öteye gidemiyor.

Bunun ne kötülüğü var? Yok gibi görünebilir. Ama işin felsefi sorun olduğu nokta şurası:

İnsanı, bildiğimiz evrendeki en sıradışı varlık yapan akli ve manevi haseltlerinin tabii neticesi kendini bilimde, teknolojide, sanatta ve siyasette gösterir. İnsanın diğer canlılardan ayrılan yanı, sadece varlığının sınırlarının değil, kendi varlığı dışındaki başkaca bir varlığın sınırlarını da değiştirebilmsidir.

İnsanın alemtifarikası kültürdür ve kültür yukarda saydığımız bilim, teknik, sanat ve siyasetten ibarettir. İnsanı insan yapan bunlardır. Ve insanın varlığını kabul edilebilir kılan da budur! Yoksa insan hayli verimsiz bir varlıktır.

Uygarlığımızı, bu ele avuca sığmaz ve müphem kültürümüz etrafında öyle öngörülemez biçimde değiştiriyoruz ki, içinde yaşadığımız gerçeklik koşulunun en önemli öğesi olan "fiziksel dünyamıza" verdiğimiz zararı ancak yeni yeni fark edebilmeye başladık. Ve insanlığın büyük çoğunluğu da henüz bu aydınlanma seviyesine bile erişemedi.

Öte yandan kültürümüz kontrolden öylesine zaptedilmez biçimde çıkmış durumda ki, kültürü yaşatmak için dünyadan aldığımızı aynı verimlilikte geri koyamıyoruz.

Kültürü yaşatmak için dünyayı öldürüyoruz. Kötü bir ticaret. Bizi farklı kılan yanımızı cilalayabilmek için bizi var kılan yanımızı feda ediyorruz. Pek de iyi bir strateji gibi gelmiyor kulağa öyle değil mi? Çünkü berbat bir strateji.

Instagram or it didn't hapen... Or did it?!

Bu stratejinin sonunda, kültürümüzün (şimdilik) en parlak öğesi olarak ürettiğimiz internet denen bu tuhaf mahlukuysa biberli menemen için kullanıyoruz... Oysa radarın altında, çoooooook altında kalmamız gerekir. Yapabildiklerimizin mevcudiyetimizi aşmaması gerekiyor. Varolmanın var olmaktan daha önemli olduğu yanılgısı içindeyiz.

21. yüzyılda "var olmak facebook'ta olmaktır" halini aldık. Oysa biz fiziksel dünyada var olduğumuz halimizden başka bir biçimde "facebook'ta" varolamayız. Görüntüdekinin nitelikleri görüntüye aittir, ancak unuttuğumuz şu ki "görünüş" de kendisi varlığın bir özniteliği olabilir ancak.

Facebook'taki fotoğraflarda "çok eğleniyormuş gibi görünmemiz" gerçek hayatımızda da çok eğlendiğimiz anlamına gelmez. Facebook'taki görüntü, gerçek görünüşümüzün bir ikamesi olamaz. İnsanlar olarak bu zahiri görünüşün altında ezilmemeli, görünüşün yücelip kendi zaferini ilan ettiği bu çılgınca zamanda ona direnmeli, bilinçli bir şekilde dalgaların alçalmasını beklemeli ve radarın altında kalmalıyız.

Oysa hakikat şu ki; 2070 yılına geldiğimizde 1 günde internete yüklenen fotoğraf ve videoların dosya büyüklüğü, bütün internetteki veri miktarını ikiye katlayacak kadar çok olacak!

Görüntünün zaferine karşı, görünmeyenlerin tarafında olmak adına, atmamız gereken çok adım, yapmamız gereken çok iş var.

09 Ekim 2016

Keep Calm And Deactivate Your Facebook Page

Bazen herkes facebook'tan soğur... Birilerinin Guy Fawkes olup facebook'a savaş açması gerektiğini düşünmeye başladığınız zamanlar da olabilir bazen... Hani olur ya bazen, şarkı biter aniden!?

26 Eylül 2016

İmla darvin jeoloji biyoloji ov ye me

Milyon tamam, neticede bin kere bin demek işte... Ama gel gör ki iş bir anda milyara düşünce, işte o kadar yılın ne demek olduğunu ben de tam olarak idrak edemiyorum. Aritmetik olarak kafada var bir şeyler ama, milyar demek son tahlilde 10^9 demek... Bir yıldaki saniye sayısı desen 10^7 zaten...

Hesaplar milyara dayandığında söz konusu olan 10^16 saniye demek... Trilyon nesile denk gelen bir süre...

Trilyon nesil!

Ve en babayiğit "geçmişe dönük" metinlerde bile "seksen nesil" öncesinden falan bahsediliyor... Bin nesil diyene rastlayamazsınız, yüzü geçenin alnından öpün!

Trilyon bölü seksen dediğin hala 10 küsür milyar yapıyor, ve bu alt tarafı 1 milyar yıl için. Jeolojik tahminler gezegenin yaşı için 5 milyar civarı diyor. Aynı kaba hesap mantığıyla; jeoloji, eski metinlere göre 80 milyar kat daha fazla nesilden bahsedebiliyor.

Ve hala, laboratuvardaki iki tane böceğe bakarak biyoloji yapmaya çalışan bir "Hocaefendi" güruhu, kendi televizyonuyla yayın yapıyor bu ülkede...

Bir daha yazım hatalarımı düzeltmiycem, bunların bütün kafa hata vermiş, benim yazı hata verse çok mu?!

06 Eylül 2016

Boğazımızdan içeri bir şeyler giriyor işte

Dün anneme, bilmem kaçıncı kez endoskopi yapıldı. Nedir diye merak edenler için; gırtlağınızdan bir kamera sokarak yutağınıza midenize falan bakıyorlar. Ne var ne yok diye...

Anneme 10 sene kadar önce reflü teşhisi kondu, bir kaç sene önce de mide fıtığı başlangıcı dediler. Geçenlerde öyle kötü mide ağrıları yaşadı k, fıtığın başlangıç aşamasını geçip çatır çatır yardırdığı izlenimine kapıldık. Bunun üzerine annem, gırtlağından içeri kamera sokmaları için, televizyonda görüp "Ebey Namı Ali Sami" dediğiniz hastanelerden birisine bin lira ödemeye karar verdi.

Sorum şu: Ne zaman, tam olarak hangi tarihte, evet yaptıkları pek de kolay bir iş değil ama, doktorlara binlerce lira değerinde paralar ödememiz gerektiğine ikna olduk. Doktorlar yanlış anlamasınlar, kimsenin rızkında ekmeğinde gözüm yok. Kullanılan tıbbi aletlerin üretiminden, müdahale yapılabilir nitelikte bir tesisin açık tutulmması için yapılacak harcamalara kadar; tıbbın masraflı olduğu kadar meşakkatli bir iş olduğunun farkındayım.

Ama neden öyle? Her şeye eyvallah da, hayatla ölüm arasındaki bir mesele demek olan tıbba neden binlerce lira verelim yani, nedir bunun arkasındaki büyü? Hayatta kalmaya devam etmemiz için, mesela çöp toplama hizmeti de epey önemli bir iş, hatta endoskopi mi yoksa çöpçülük mü insan uygarlığı için daha hayatidir diye soracak olsanız, ben tercihimi çöpçülükten yana kullanırım.

Ve çöpçülük de kolay bir iş değil. Belki beceri ve eğitim konusunda, meslekler içindeki en düşük seviyeli iş, orası tamam. Çöpçüleri rencide etmek istemem ama, çoğu zaman eğitimli bir primat bile sizin işinizi yapabilirmiş gibi geliyor, ne yapalım durum bu! Öte yandan yakın zamanda çöp toplama hizmetlerinin otomasyona bağlanacağını tahmin etmek için mühendis olmak gerekmiyor, gerçi ben mühendisim ama konumuz o değil.

Konumuz şu: Neden herkesin yapabileceği bu işi kimseler yapmak istemiyor da, ancak en zeki, en yetenekli ve en iyi eğitimli bir kaç kişinin yapabileceği kadar zor bir iş olan doktorluğu herkes yapmak istiyor.

Cevap basit: Parası yüzünden! Tamamıyla bu, başka bir sebebi yok. Günün birinde bir ülke, çöpleri topladığı için belediye görevlilerine binlerce lira maaş vermeye başlarsa, o ülkede en başarılı öğrencilerin "Çöpçülük Fakültesi" bölümlerini tercih ettiğini görürsünüz. Şüphem bile yok.

Pekiyi, bir de şuradan bakalım. Bir yıl içinde, ya da son on yılda; hatta süreyi uzatalım, ortalama bir insan ömründe, hangisinin hizmetini daha sık, daha yoğun ve daha ikame edilemez bir biçimde aldınız; çöpçünün mü yoksa doktorun mu?


Tıp dediğin de sektör olmuş, ticaret olmuş...
Doktorlar kızmasın ama, şuraya varmaya çalışıyorum: Evet, doktorların hepsi aynı anda işi bıraksalar; grevden falan bahsetmiyorum; bir anda bütün tıp çalışanları artık çalışmamaya başlasa ve yerlerine yeni kimse gelmeyecek olsa, dünya nüfusu çok sağlam bir yumruk yemiş gibi azalıverir.

Fakat aynı durum çöpçüler için de geçerli! Çöpleriniz toplanmadan 1 hafta geçiremezsiniz; dünya nüfusunun yüzde 60'ı şehir bölgelerinde yaşıyor ve iyi ya da kötü bir çöp toplama hizmeti alıyor. Dahası, kapitalizmin geliştiği ya da gelişmekte olduğu ülkelerde en az 10 kat daha fazla olmak üzere, 4 kişinin yaşadığı bir ev her yıl 5 ton evsel çöp üretiyor. Ve bu çöplerin çoğu doğaya ve insan sağlığına doğrudan zarar verecek kimyasal terkibe sahip malzemeler ihtiva ediyor.


Doktorlar bizi hastalandığımız zaman kurtarıyorlar, doğru. Ama çöpçüler de her yıl 3 milyar insanın sıtmaya yakalanmasına engel olmak için durmak bilmeden çöp topluyorlar. Ve üstelik  en pis işler listesinde hayli yukarıda olan bir işi icra ediyorlar.

Ve asgari ücretle çalışıyorlar.

Ve annem, minicik ihtiyar gırtlağından kamera soksun diye, bir doktora bin lira verdi. Doktor da "durumunuzda değişen bir şey yok, ilaç dozlarını değiştirelim, ağrılarınız azalmasını bekleyelim. Olmazsa bir daha endoskopi yaparız" dedi...

Bu işte bir yanlışlık var!

21 Temmuz 2016

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımda) D ile güçbela geçebilmiş bir öğrenciydim. Sözünü ettiğim dersler, bilişim bilimlerinde en temel dersler olduğundan, durumu anlamanıza belki yardımcı olur diye düşünerek, kartlarımı açık oynayım dedim...

Darbe girişimi sonrası, internette dolaşmaya başlayan ve çok kısa sürede ortalığa yayılan “Dürüm çok bitli” mesajlarından başka mesaj görmemeye başlayınca, facebook’a bir mesaj yazmıştım:

“İlle de teknik detay isteriz” diye tutturulduğunu gördüğümden, çok az bilgimle de olsa teknik detaya girmek istiyorum.

Tekrar hatırlatayım, işin uzmanı falan değilim. Burada yazdıklarımı bir uzmana danışarak teyit ettirmek isteyebilirsiniz. Yalnız uzman derken, yolda geçen ilk bilgisayar mühendisine sormanızı kast etmiyorum. Mesajda andığım phishing denen şey bir dolandırıcılık yöntemidir. Okulda öğrenilmez. Dünyada hiç bir bilgisayar mühendisliği bölümünün müfredatında “Hacker’lığa giriş” ya da “İleri bilişim dolandırıcılık teknikleri” diye bir ders yoktur.

Bu yüzden “Bizim Ruşen amcanın oğlu Sedat bilgisayar mühendisi, İTÜ’de master yapmış çocuk, ona sordum, sallamışsın” demeyin. Önce Sedat’a sorun bakalım, nerede çalışıyor... Türkiye’de bilgisayar mühendisleri Digiturk’te, uydu kurulum elemanı olarak çalışıyor. Onlar da şanslı olanları. Çoğunluğu Telekom’un müşteri hizmetlerinde çalışabiliyor ancak. Sedat büyük ihtimalle unuttu çoktan Phyton nedir C++ kimdir...

Neyse... Phishing bir dolandırıcılık metodudur. Password ve fishing (yani şifre ve balık tutma) kelimelerinin bileşiminden uydurulmuştur. Bu yüzden face mesajımda sazan avı biçiminde çevirdim. Türkçe argoda “yemleme” ya da “olta atma” biçiminde de kullanılıyormuş.

Kişilerin mail şifreleri, kredi kartı pin kodları gibi bilgileri elde etmek amacıyla yapılır. Bu bilgilere ulaşan zaten sizi soyup soğana çevirir. O yüzden internetteki bu bilgiler çoğu zaman güçlü güvenlik duvarlarıyla korunur. Bu duvarları kırmak zordur. Şöyle söyleyim; bu duvarları kırmak için zibilyon basamaklı, aralarında asal en küçük iki sayının kaç olduğunu hesaplamanız gerekir. (Mübalağa etmek için söylemiyorum, şifrelerimiz gerçekten bu “aralarında asal sayılar” vasıtasıyla korunur. Kriptoloji diye bir bilim var, kıçımızdan uydurmuyoruz)

Bu hesabı yapacak işlemci gücü henüz icat edilmedi. Önümüzdeki 20 sene içinde kuantum işlemciler üretilirse, belki... O zaman da zibilyon kere zibilyon basamaklı sayılar buluruz artık...

Mesele şu: Şifreniz sanal ortamda korunur ama korunmadığı bir yer vardır: Sizin hafızanız! Birisi size şifrenizin ne olduğunu söyletirse; işiniz bitti! Yandı gülüm keten helva, kurtuluşunuz yok. İşin çatallı tarafı şu ki, çoğu insan kimseye bile isteye şifresini söylemez. Veritaserum içmediğiniz müddettçe... Ama o da icat edilmedi henüz. Onun için, bile isteye söylenmez argümanından yola devam edebiliriz.

Şifrenizi bir yabancıya söylemezsiniz, doğru... Bankalar, güvenlik şirketleri ve internet siteleri falan da size asla şifrenizi sormaz, hatta söylememenizi tavsiye eder. Pekiyi, kime söylersiniz şifreniz? Anne-babanıza,  kardeşlerinize, çok yakın arkadaşlarınıza söyler misiniz mesela!

Bence herkesin, şifresini güvenle söyleyeceği birisi vardır. Ve bu birisinin, aile, eş dost, yakın çevre, samimi iş arkadaşları arasında olma ihtimali çok fazladır. Hatta sizin o kadar güvendiğiniz birisi, size de aynı oranda güvencektir. Yani onun da size şifresini söyleme ihtimali çok fazladır.

Düşünce akışımızın izini sürebildiyseniz ne ala. Süremeyenler için kısa bir sonuç çıkarayım: Herkesin, şifresini söyleyecek kadar birbirine güvendiği insanlardan oluşan bir “dostlar zinciri” muhakkak vardır. Ve herkes, öyle ya da böyle, birilerinin “dostlar zincirinde” yer alır.

Pekiyi, günümüzde, birbirine bu kadar güvenen dostların en sık iletişim kurduğu ortam nedir? Elbette internet. Özellikle de arkadaş siteleri, facebook, twitter, vs.

Net istatistiğe sahip değilim, ancak bildiğim kadarıyla; insanlar farklı sitelerdeki farklı hesapları için ya da farklı bankalardaki farklı kartları için çoğunlukla aynı ya da çok benzer şifre ve pin numarası kullanmaktadır. Çünkü, kim hatırlayacak o kadar şifreyi, değil mi? Yine bildiğim kadarıyla; bu şifreler ve pinler de, bir biçimde kolay tahmin edilebilecek kişisel bilgilere referansla kurulurlar: Doğum tarihleri, ayakkabı numarası, ilk seviştiğiniz kişinin adı, ne bileyim ben, hayal gücü serbest!

İşin tuhafı, bu konudaki bilgilere sahip olmak çoğu zaman şifrenize doğrudan doğruya sahip olmaktan daha iyidir, çünkü şifrenizi değiştirdiğiniz zaman da benzer referanslardan hareketle şifre oluşturacağınızdan, yeni şifrenizi tahmin etmek daha kolay olacaktır.

Pekiyi, şifrelerinize temel oluşturması muhtemel olan kişisel bilgileri, hem de kendi isteğinizle, bile isteye ve çoğu zaman herkesin görebileceği bir yerlere yazıyor musunuz?

Evet, hem de hergün!

Nasıl yani diyenleriniz vardır.

Bir öykü yazayım: Facebook’ta eski, siyah beyaz bir fotoğraf paylaştınız. 1972 yılından, annenizle babanızın, Bodrum’daki balayında çekilmiş fotoğrafları... Üstüne de yazdınız “En mutlu günleri... Canım annem ve babamın Bodurm tatilleri... O günden sonra hiç ayrılmadılar. Sizi çok seviyorum...” gibi bir şeyler...

Öykü bu ya, diyelim ki anneniz de öyle düşünüyor. Yani 72 senesinde henüz kuş uçmaz kervan geçmez, “Kör Ahmet’in tay s**tiği yer” kıvamındaki Bodrum tatilinin ömründeki en güzel gün olduğunu... Ve şifresini doğmugünü yapmamak için “bodrum1972” yapmaya karar veriyor!

“E, ne tehlikesi var? Ben annemin şifresi budur budur demedim ki?” diyenler var aranızda, duyuyorum. Ah kuzum, ne kadar safsınız...

İnternet korsanları, filmlerde gösterilenin aksine, bilgisayar başında “takada tukada” tuşlara basarak korsanlık yapmaz, bilgilerinize ulaştığında “hacking completed” falan yazmaz. Korsanlar çoğunlukla bot denilen yazılımlar kullanırlar.


Gerçek bir hack böyle görünmez

İşin en çok teknik bilgi isteyen kısmı bu. Ama size bot’un ne olduğunu öyle güzel özetleyeceğim ki şimdi, mühendislik fakültesi dekanı plaketimi hazırlayıp gelecek birazdan.

Robot sözcüğünden uydurulan bot kelimesi, siz başında değilken bilgisayarınızda işlem yapmaya devam eden küçük programcıkların adıdır. Bu bot’larla aslında yedi gün yirmi dört saat bir aradasınız. Örneğin, telefonunuzdaki mail uygulaması, beraberinde “mail tracker” denilen bir bot ile yüklenir. Sizin belirleyebileceğiniz aralıklarla bu bot, siz telefonunuzu evde bıraksanız bile düzenli olarak mail hesabınıza bağlanır, ve mail geldiğinde “bik bik” öterek size haber verir. Hatta, mail gönderenin kimliğine göre farklı seslerle falan da ikaz gönderebilir.

Bildin mi o seçeneği gudik?! Hah, o bot işte! Sen boyuna aynı saçma sapan işi yapma diye, senin yerine ve senden neredeyse yüz milyar kat daha hızlı aynı işi yapabilir. Ve bunu sürekli yapar.

Bot’lar her yerdedir, sürekli aktiftirler, hiç durmazlar. Hatta dururlarsa, mesela havaalanlarındaki bagaj kontrol sistemleri iptal olur, fabrikalardaki seri üretim makineleri çalışamaz hale gelir, ameliyatlar yarım kalır, yangınlar çıkar, seller taşar ve volkanlar patlar! Gerçekten! Bir çok ülkede “taşkın suları takibi” ya da “sismik hareket takibi” gibi sistemler bilgisayar kontrolünde yapılır ve bu kontrolü bizim yerimize bot’lar yapar.

Eğlenceli kısmı şu: Robotları bilmem ama, botlar dünyayı çoktan ele geçirdi.

Riskli kısmıysa şu: Öylesine küçükler ki, kötü niyetli kimseler tarafından tasarlanan botlar, siz farkına varmadan size zarar verecek işler yapabilir?

Ne gibi mi? Örneğin, saniyede 1 milyon kez, olası bütün harf ve rakam kombinasyonunu deneyerek, sizin facebook şifrenizi ele geçirmek gibi! Şaka yapmıyorum, bir google aramasıyla şifre tahmin botu indirip deneyin: Botun “bodrum1972” şifresini tahmin etmesinin kaç saat süreceğini ölçün. Bir de botun tahmin sistemini, belli bazı kelime ve rakamları kullanacak şekilde tekrar ayarlayın. Bu ayarlama esnasında, arama kriterlerinin arasına bazı kişisel bilgiler de ekleyin, mesela “balayı”, “1972” ve “bodrum” gibi... Sonra tahmin süresini tekrar ölçün ve bu iki süreyi karşılaştırın.

Aslında size belli bazı programlar tavsiye edebilirdim, ya da ekran görüntüleri vasıtasıyla konuyu anlamanızı sağlayabilirdim. Ama söz konusu programları kullanmak yasa dışı. Götüm yemiyo yani... Göt benim götüm, yer yemez, size ne ayrıca...


Bu da gerçek bir hack değil ama gerçeği aşağı yukarı buna benzer

Neyse, sözün kısası, botlar sizin hakkınızda hiç bilgi sahibi olmasalar da şifrenizi ele geçirebiliyor ama eğer bazı kişisel bilgilerinize sahip olurlarsa, bunu çooook daha kısa süreler içinde yapıyor. Ve bu tür kötücül botlar, sürekli çalışıyorlar. Sık sık facebook’ta ya da gmail’den “birisi şifrenizi değiştirmeye çalıştı, siz miydiniz yoksa başkası mı?” gibi güvenlik mailleri almaya başladıysanız, bir botun hedefine girdiğiniz kesin gibidir.

Buraya kadar olan durumu biraz özetleyelim, arka sıralardakilerin sümükleri akmaya başladı çünkü... Efendim, insanlar bilgisayardaki verilerini korumak için şifrelerin arkasına sığınırlar. Ama korsanlar bu şifreleri tahmin edebilmek için bot adı verilen yazılımlar kullanarak, kişisel verilerinize ulaşabilirler. Botlar o kadar küçük yazılımlardır ki, var olduğunu fark etmezsiniz bile. Buna rağmen öyle başarılıdırlar ki, fazla karmaşık olmayan bir şifreyi kırmaları bir kaç saatten uzun sürmez. Bu yüzden veri güvenliğiniz için botlara hedef olmamanız gerekir.

Peki botlara hedef olmakla, bu yazıyı yazmama sebep olan meşhur facebook mesajı arasında ne ilişki var? Şimdi gelelim olayın ikinci ayağına o zaman: Botlar, hedeflerini nasıl seçerler?

Botlar, sizin bilgisayarınıza girerek verilerinizi çalmaz. Botlar dünyanın kim bilir neresindeki bir bir bilgisayarda durmaksızın çalışırarak kendisine kurbanlar arar ve onların internetteki verilerine saldırır. Bot’ları durdurmak için antivirüs yazılımları işe yaramaz, çünkü antivirüs yazılımları sadece doğrudan bilgisayarınıza yüklenmiş kötü amaçlı programlara karşı mücadele eder.

Bot’lar ise uzakta bir yerdedir, sizin değil hacker’ın bilgisayarındadır, hatta hacker’ın bilgisayarında olmasına bile gerek yok: Kimi zaman hacker’lar birisinin bilgisayarını ele geçirir ama o bilgisayara zarar vermez, sadece ona bir bot programı yükler. Bu bot kendine kurban arayıp verileri ele geçirmeye çalışır ama bilgisayarın sahibi bu durumu fark etmez bile... Hacker da bu bilgisayara sürekli sızmaya çalışmak zorunda değildir; bot işini yapınca bir mail göndererek hacker’ı haberdar eder.

Yani hacker, Ruşen amcanın bilgisayarına girerek ona bot bulaştırır. Bu bot ise, Ruşen amcanın bilgisayarını internette korsanlık yapmak için kullanır. Bot çalışırken oğlu Sedat’ın da mail şifresini kırar. Sedat’ın bütün bilgilerini çalar. Ruşen’in bilgisayarı aracılığıyla bu bilgileri hacker’a gönderir. Bu durumdan Ruşen’in, belki de asla haberi olmaz. Sedat’ın haberi olduğundaysa banka hesabı boşalmıştır bile...

Hatta bu türden bir hack’lemeye bile gerek yoktur; bazı botlar internetteki bir dosya saklama servisine yüklenerek, sanal bilgisayarlar aracılığıyla çalışır ve gerçek anlamıyla kimse fark edemeden işini görürler. Hacker abi metrobüsle mesaisine giderken, birden telefonuna bir mesaj gelir, “Veli’nin parazlarını emizledim hafız, İmza: Bot” biçiminde... Ve hacker metrobüsten iner, taksiye biner... 


Al sana remote host... Bu da mı gol değil?

Lafı uzattık ama durun, az daha işimiz var. Böylece kendi başına çalışan botların, hedeflerini de kendi başlarına seçmeleri gerektiğini ortaya çıkarmış olduk. Bunu yapmak için de botların belli kriterleri vardır.

Unutmayın: Botun hedefi esasında herkestir. Ama şifresi daha kolay kırılabilecek bir kurbanlar topluluğunu tespit etmek botun işini kolaylaştırır.

Tekrar hatırlayalım da pekişsin: İnsanlar şifrelerini (çoğu zaman) kişisel bilgilerine referansla uydururlar. Ve bazen bu bilgileri, şifrelerinin güvenliklerini gözetmeksizin internette paylaşabilirler. Bu durumda botun hedefine girecek kişi için seçeceği ilk kriter, internette özel hayatıyla ilgili bilgileri paylaşmaktan yüksünmeyecek kimsleri arayıp bulmaktır. Böyle kişileri bulmak için bakılacak en iyi yer ise, tamamen özel hayata dair bilgilerin paylaşılması üzerine kurulu olan facebook, twitter gibi sitelerdir.

Yalnız, aslında botun işini pek de kolaylaştırmadık. Bugün, internette olup da facebook’ta olmayan kaç kişi var? Yani bota “her yere bakma, face’a baksan kafi” dediğiniz zaman aslında “100 milyon insana bakma, 75 milyona baksan yeter” demiş oluyorsunuz... Pek iyi bir eleme kriteri değil yani.

Başka bir kritere daha ihtiyaç var. O da paylaşımlarını herkese açık biçimde yapanlara ulaşmak olmalı.

Neden?

Çünkü facebook arkadaşlık onayına binaen işleyen bir hizmettir. Teorik olarak, benim “ben bu adamı tanıyom, bundan bana zarar gelmez hacı” demediğim hiç kimse arkadaşım olamaz. Ama eğer ben paylaşımlarımı “sadece arkadaşlar” ya da “sadece en yakın arkadaşlar” biçiminde sınırlamazsam ve “herkese açık” biçimde yaparsam, arkadaşım olmayan birisinin de benim paylaşımlarımı görmesine, bile isteye izin vermiş olurum.

Bot bu elemeyi nasıl yapacak? Tek tek bütün facebook hesaplarını denetleyerek, kim “herkese açık” kim değil diye bakamaz. Aslında iyi fikir, ama bu türden bir arama seçeneğini facebook zaten engelliyor. 2-3 ayda bir değişen “güvenlik şartnamemiz değişti, okumak ister misiniz?” mesajarını kimse zahmet edip okumaz (ben de şimdiye kadar 2-3 kere okudum) ama oralarda bununla ilgili bilgiler vardır...


Botun, herkese açık kişileri bulmak için yapabileceği en iyi şey, “herkese açık biçimde” yapılan paylaşımları bulup bunları kimin yaptığını aramaktır. Ama bu da iyi bir arama değil, çünkü insanlar “herkese açık” biçimde 45465765 farklı şey paylaşıyor. Bot bunu nasıl süzüp de aradığı hedefi bulacak?

İşin antiribuntiri kısmı bu. Ve bu kısmın bilişim korsanlığıyla falan alakası yok. Bu doğrudan doğruya insan psikolojisi yönetimi üzerine kurulu. Gerilim, kan ve gözyaşı. Yok, kan olmayabilir, ama gözyaşı garanti.

Facebook’ta herkesin belli bir şeyi, özellikle de fazla dijital veri içermemesi açısında, mümkünse bir yazıyı paylaşması için ne yapabilirsiniz?

“Ne işe yarayacak ki” demeyin, insanlar bir anda aynı yazıyı paylaşacak olursa, botumuz facebook’un arama bölümünde sadece bu yazıyı aratarak, bu paylaşımı yapmış kimselere ulaşabillir. Ve daha da iyisi, bot sadece ve sadece paylaşımı “herkese açık” biçimde yapmış biçimde olanları görecektir. Çünkü “sadece yakın arkadaşlarım” seçeneğiyle paylaşanları görmesi mümkün değil.

Böylece kendisi arasa bulamayacağı (ya da face’in güvenlik seçeneği sayesinde, ulaşamayacağı diyelim) on binlerce kişi, sadece belli bir yazıyı paylaşarak, kendisini bot tarafından aranabilir ve bulunabilir yapacktır.

Peki onbinlerce kişiyi aynı yazıyı paylaşmaya ikna etmek kolay mıdır?

Aslında hayır dememiz gerekirdi; ama geçen haftadan beri face’te paylaşılan malum mesajın etkisini gördüyseniz, cevabın bangır bangır bir evet olduğu ortaya çıkar.

İnsanların en temel psikolojik zayıflıklarından, güvenlik endişelerinden beslenen malum mesaj, endişe içindeki onbinlerce kişiye hayli “inandırıcı” göründüğünden olacak, birden paylaşım rekorları kırdı ve dağdan düşen çığ gibi büyüyerek, bir kaç saat süreyle facebook haber akışında başka bir şey görmemizi engelleyecek kadar güçlendi.

İnanmadınız mı? “Gerçek bir mesaj olmadığını nereden biliyorsun ki?” diye sorabilirsiniz. Aslında haklı bir soru, çünkü her ne kadar gerçek olduğuna daha ilk dakikasında ikna olmamışsam da, mesajın kendisini “phishing” olarak deşifre ettiği bir nokta var ki, bütün şüphe bulutlarını dağıtıyor...

O da “paylaşmayın, kopyala yapıştır yapın” cümlesi.

Her silahın zayıf bir noktası vardır, facebook phishing için de zayıf nokta bu oldu!

İzah edeyim: Bot, hedef seçmek için söz konusu mesajı takip etmek için programlanabilir. Ancak mesajı son paylaşan kadar, ilk paylaşanın da “herkese açık” olarak paylaşmış olması gerektiğinden, doğrudan paylaşımlara ulaşması yine de mümkün olmaz.


Bu phishing numaralarını gevurlar da yiyor... Siz yemeyin...
Kritik nokta, sondaki
"DO NOT SHARE... COPY AND PASTE" dediği bölüm

Arka sıranın sümüğü gene aktı. DİNLE EVLADIM BURAYI!!!

Söz gelimi Ruşen Amca’nın oğlu Sedat, iş yerinde sıkılıp daraldı, çünkü Digiturk’te çalışmak ne kadar eğlenceli olabilir ki... Her neyse, sıkıldı ve “İşteyim sıkılıyorum” diye bir mesaj attı. Patronu bunu görse “Sedat bey, face’te gezmek yerine işinizin başına dönerseniz belki sıkıntınız geçer” diyecektir. Bu yüzden Sedat, paylaşımı “sadece yakın arkadaşlar” seçeneğiyle paylaşır. Patron hiç bir şey görmez!

Aferin lan Sedat. İTÜ mezunu çocuk, boru mu?

Neyse, oğlunun durumuna üzülen Ruşen Amca, bu mesajı görünüp efkarlanmış olsun. Kederinden gaza gelip, oğlunun mesajını paylaşsa ve üstüne de “Benim gözümün nuru Sedatım’ın kimler canını sıkmış” diye bir mesaj yazsa... (Çünkü babalar anneler genelde facebook'ta SADECE bu tür mesajlar yazıyor) Ama Ruşen amca bu güvenlik hadisesinden anlamadığından, mesajı “herkese açık” biçimde paylaşsa... Sedat’ın patronu bunu görmez mi?


Cevap: Hayır görmez. İlk mesaj, yani Sedat’ın orijinal mesajı, “sadece yakın arkadaş” seçeneğiyle olduğundan, Ruşen Amca’nın yaptığı paylaşım da, otomatik olarak “sadece Sedat’ın yakın arkadaşlarıyla” paylaşılır. Yani facebook bir yerde, Sedat patrondan azar işitmesin diye bir kıyakçılık yapmış.

Bu tam da bu botun istemediği şeydir! Eğer malum “dürüm rerö” mesajını Sedat gönderse, Ruşen amcaysa Sedat’ın mesajını paylaşsa, ilk mesaj “sadece arkadaş” olacağından, bot Ruşen amcanın attığı mesajı da göremeyecektir. Bunun için Ruşen amcanın mesajı, sanki Sedat’tan görmemiş de kendi yazmış gibi göndermesi gerekir.

Hatırlayalım: Botun mesajı arayabilmesi için, mesajın birebir aynı olması gerekir. Yani mesajın Sedat’ın duvarından kopyalanıp Ruşen Amca’ya yapıştırılması gerekir. Ve dikkat edilirse, mesaj metninde sizden istenen tam da budur.

İşe yaraması için uygulaması gereken bu noktaya sizi ikna edebilmek için, hacker aslında “paylaşmayın yapıştırın” diyerek kendisini ifşa etmiştir.

Ama bu küçük bir risktir. Çoğu kimse, botların ya da facebook’un nasıl çalıştığını anlamadığı için, “yapıştır” yönergesinin bir “phishing” oltası olduğunu fark etmez.

Hatta “teknik detaya girmemek” için kısaca yaptığınız bir uyarı bile, kimi zaman insanlara inandırıcı gelmeyeceği için “mesajı paylaşmak üzerinden seni nasıl avlayacaklar ki” biçiminde itirazlar da duyarsınız. Yani size değil de hacker’a inanırlar genellikle...

Şu ikibin yediyüz kelimeyi isterseniz bir daha özetleyelim, arka sıra çoktan uykuya geçti çünkü:

Facebook’tan yaptığınız paylaşımlar bilgisayar korsanları için bulunmaz bir bilgi kaynağıdır. Özel hayatınıza dair sıradanmış gibi görünen bilgileri, mail şifresi ya da kredi kartı pin numarası gibi kişisel bilgilerinize ulaşmak için kullanırlar. Bu sıradan bilgilere ulaşabilmek için ise sizi Facebook’tan gözlem altına almaları gerekir. Ancak bunu yapmaları kolay olmadığından, sizin kendiliğinizden bir güvenlik zaafı yaratmanıza ihtiyaç duyarlar. Söz konusu “rerörerö” mesajı da, bu güvenlik açığını oluşturmak için etkili bir yöntem olmaya çok elverişlidir.

Velhasıl, bir botun takibine takıldığınız andan itibaren, sadece kendinizi değil, arkadaş listenizdeki bir çok kişiyi de risk altında bırakırsınız. Çünkü kimi zaman onlara dair paylaşımlar yapmanız mümkün olabilir.

Ya da daha kötüsü, hesabınızın kontorlü tamamen hacker’lara geçtiği anda, hacker’lar sizmişsiniz gibi arkadaşlarınızla yazışarak, onların size karşı olan güvenininden istifade eder ve kişisel bilgilerini temin etmeyi başarabilirler.

Sedat, her ne kadar İTÜ mezunu da olsa, babasından gelecek “Oğlum, annenin kredi kartının şifresini unuttum, söyleyiversene” mesajını görünce, babasının hesabının hack’lendiğini tahmin edemeyebilir. Sedat da bir insan neticede. Beşer şaşar. Babasına cevap verir, “Bizim bütün ailenin kart şifresi 1923 ya babacım, nasıl unuttunuz” diyebilir. Ruşen amca’nın bütün ailenin birikimlerini bir hacker emizleyebilir.


Yipik bir phishing mesajı.
Albert bizim Sedat'tan daha uyanıkmış, yemedi...

Olmaz diyorsunuz ama olur. Belki sana olmaz, bana olmaz, sizin arkadaş listenizdeki kimseye olmaz! Belki olmaz. Ben hiç görmedim, hiç şahit olmadım böyle bir olaya. Muhtemelen ömrümün sonuna kadar da şahit olmayacağım.

Ama herkes eşit derecede güvende mi? Ya da şöyle soralım. İçimizden bir kişi bile güvende değilse, hepimizin güvende olduğunu düşünebilir miyiz?

Böyle olmadığını son olaylarda gördük, can güvenliğimiz bir kere sağlanamadığında ne büyük bir korku yaşadığımızı. Ve zaten korku, bu phishing’i bu kadar başarılı kılmadı mı?

Bir korku filmi yaratmaya gerek yok, benim de zaten böyle uzun uzun anlatmak gibi bir neyetim yoktu. Ama face’te yaptığım kısa uyarıyı “yok yeah olmaz öyle şey, iyi sıkmışssın” diyerek okuyanların çoğunlukta olduğunu görünce, ister istemez klavyeye abanasım geldi.

Yazıyı bitiriyorum, şunu da hatırlatmak istiyorum: Ben bu işin uzmanı değilim. Belki gerçekten çok bombastik bir senaryo yazmış olabilirim. Bu okuduklarınız tamamen benim hayalgücümün ürünü olabillir.

Eğer öyleyse, en azından gerçekten güzel bir senaryo okumuş oldunuz. Bence durum okey yani...

Bu yazıyı paylaşmayın, kopyalayıp yapıştırın lütfen!

30 Haziran 2016

Ya hep beraber ya hiç birimiz...

Demek ki mesele ne değilmiş;

... mesele belli bir görüşün savunulması değilmiş, belli bir grubun ya da zümrenin haklarını korumak ya da belli bir yaşam tarzına yönelik ihlalleri kaldırmak değilmiş...

Mesele neymiş;

... mesele farklı görüşlerin, farklı renklerini farklı renklerin, farklı kişi ve grupların bir arada yaşayacakları toplumsal sistemi oluşturabilecek siyasi dinamilkleri inşaa etme, bu inşaa sürecine direnç gösteren gerici unsurların hepsiyle de topyekün mücadele etmekmiş...

Yani bu demek biliyor musun;

... hani sen "iki ibne göbek atacak diye sokağa mı çıkalım yani" falan dedin ya geçenlerde
... hani "onlar da iki ağaç kesildi diye ülkeyi ateşe vermeselerdi" de dedin üç sene önce
... hani geçen sene ilk patlama olduğunda "iyi oldu gomonistler patlayıverdi, oh içimin yağı eridi" gibi şeyler "hastagledin" internette.

İşte bugünkü kaosta senin o günkü sorumsuzluğunun izleri var güzel kardeşim...

11 Nisan 2016

Onlar Ankara'nın doğusuna gidebiliyor mu?

NASA, Mars gezegenine Obama'nın imzası olan bir levha çakmış...

Yani şemsiye, girdiği yerde çoktan açılmış...

Bize "Ey Obama, teknolojimiz NASA'dan daha ileri" falan diyenlere bu fotoğrafı göstermek kalmış...

Neler oldu neler, bir bilseniz...

Bilhassa ana akım medyanın internet sitelerinde tercih edilen "O ünlü şu konu hakkında ne söyledi" biçiminde tamamı zamirlerden kurulu başlıkların, ilgili haber bağlantısının "tıklanma" sayısını arttırıp arttırmadığına ilişkin  nicel bir araştırma sonucu var mı?

Eğer yoksa, bilinsin istiyorum ki, ben de bir gazeteciyim ve işsiz bir gazeteciyim ve Türkçe fakiri o başlılları her gördüğümde "sözde" meslektaşım olan bazı insanların kulaklarını, pek olumlu olamayacak biçimlerde çınlatıyorum.

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası