30 Eylül 2009

Hırsızın hiç mi kabahati yok sorunsalı

Hatalardan ders almakmış...
Olm, gemi batmış, ne dersi alacaksın daha?


Bir hata yaptığınız zaman, siz de fark ettiniz mi, etrafınızdakiler ne kadar da istekli oluyorlar hatanızla yüzleşmenizde. Gerçekten sebebi bu olmalı, yani hatalarınızla yüzleşmenizi istemeleri...

Yoksa etrafınızda, hatalarınızı yüzünüze vurmak ve sizi bu sayede küçük duruma düşürmek isteyecek insanlardan oluşan bir yığın olduğunu düşünmüyorum.


Yalnız şu da var ki, herkes başkalarının hatalarını kabul etmesini isterse, sonuçta kimse kendi hatasını kabul etmek istemez hale gelmez mi? Ve bunun sonunda da insanlar hatalarını kabul etmemeye başlamaz mı?

Netice: Hataların yapıldığı ama kimsenin "Hatalıyım" demediği bir dünya...

Durun yahu bu dünya bana biraz tanıdık geliyor.


Evet, benim dünyam!

Hatayı ben en başında yaptım
Aynı evi senle paylaşarak
Kendimi çok takdir edicem
Ayrılığı kutlyarak

Şakacılar sizi, nasıl da kuruttunuz iliğimi kemiğimi

Sürekli hata yapmaya devam ediyorum, ve sanırım işler hiç de iyiye gidemeyecek. Kimi zaman çift anlamlı sözlerin arkasındakileri okuyamadığım oluyor. (Niyeyse çift anlamın arkasına daha çok kızlar sığınıyor) Öyle durumlarda kaş yapayım derken göz çıkarabiliyorum, ama onları zaten hatadan saymıyorum.

Anglo-Sakson'un Honest Mistake dediği türden hataları görmezden gelebiliriz.
Düşünüp, zorunlulukla rasyonel süreçlerin takip edildiği bir zaman dilimi olması da gerekmiyor üstelik, en doğru tercihin yapılmasına çalışarak alınan kararlardaki hataları hata olarak değerlendirmeye yatkınım.

Hal böyle olunca, etrafımdan insanların, "İşi bırakmasaydın şimdiye terfi etmiştin", "Master'a devam etseydin kadron çoktan gelmişti", "Dışarı boşalsaydın biriktirdiğin paraları kürtaja harcamamış olurdun" gibi, hatamı yüzüme vurmak için söyledikleri sözler beni çileden çıkarıyor.

Bana bunları söyleyenlere verecek tek bir karşılık bulabiliyorum: "Vallaha mı?"

Not: Ömer, büyük ihtimalle son cümleyi "Valhalla" diye okudun. Yok, bak dikkatli oku, orada "Vallaha" yazyıyore....

27 Eylül 2009

Internet güvenliği endişesi

v for vendetta ya da G for "google bilgilerimizi mi satıyor lan?"

Yasal boşluklar ya da keyfi uygulamalar yüzünden erişime kapatılan internet sitelerinin, aktivist aşkımızı depreştirdiğine önceki gün değindim. Şurası bir gerçek ki özgürlüğün diz boyu olduğu ve giderek bir yayın/ifade mecrası olduğu konusunda fikir birliğine varılan Internet üzerinden elini çekmesi gereken kurumlara tepki göstermek gerek. Yalnız atladığımız bir şey. O da, interneti özgürleştirmek ve geliştirmek adına kendi isteğimizle internet servislerine verdiğimiz bilgilerin kötüye kullanılabileceği.

Şimdi,
sansürden girip de Google'ın karanlık planları'ndan çıktık ama niyetimiz kötüye yorulmasın. Doğrusu devlet kurumlarına, mahkemelere ve savcılara değil de Google/Facebook/Twitter üçlüsüne güvenmemizin ardında yatan neden nedir bilemiyorum. Belki şimdiye kadar resmi kurumların defalarca bizi hayal kırıklığına uğratması, öte yandan yeni düzenin yeni devlerinin henüz bizi üzmemesidir, kim bilir?

Yalnız bu cephede de olaylar değişmeye başlayabilir. Tamamen kişisel bir deneyimden ötürü bütün projeyi
itin götüne sokmaya niyetim yok. Yalnız şurası kesin ki, Google'da saklanmakta olan bazı verilerimi Spam mail yoluyla ele geçiren, bu arada haklarını vermek lazım Spam filtresinden geçmek için türlü takla atmışlar, sonra da bu verileri kullanarak özel bir kaç bilgime ulaşıp beni kendi sitelerine üye olarak gösteren ve promosyon amacıyla "User has shown interrest" olarak beni kullanan, sonra da sürekli tanıtım mailleri gönderen Ukranian Date sitesi, Google'a ve browser projesi olan Chrome'a olan güvenimi hayli sarstı.

Söz konusu sitenin mail promotion listesinden kaydımı sildirmek için yöneticilere mail göndermeye bile korkuyorum.. Google'a da Türkçe olarak, söz konusu sitenin spam filtresini geçerek verilerimi kullanmayı başardığını ifade eden bir yardım talebi ilettim.

Yine de itiraf etmekten çekinmiyorum, internette güvende olmanın hiç bir yolu yok. Belki de eski günlerdeki anonim/takma ad korumasının altına girmekte bulacağız çareyi, kim bilir?

24 Eylül 2009

Çift anlamlı sözcükler

Rukia Ichigo'yu sevdiğini hiç söyledi mi?
Konu sevgi olunca; Ichigo'nun Rukia'dan hazetmediğini söyleyebilir miyiz?
İyi ama, onları bir araya getirmeyen, hayatlarındaki çift anlamlılık değil mi?

Çift anlamlı sözcüklerle arası iyi olmayan bir çocuktu. Küçüklüğünden beri. Onun için rol yapmak sahnede olup biterdi, hayata rol yaparak tutunanlar ise yalancı olabilirlerdi ancak. Birileri hep riyadan, ikiyüzlülükten, maskeler takmaktan bahsederdi. Onun hayatında maskelere yer yoktu, mutsuz olduğunda mutsuzum derdi. Ve sık sık kaba şakalar yapardı, çünkü çok dürüst olmak gerekirdi kaba şakalar yapabilmek için.

Ve kaba şakalarda çift anlamlı sözcüklere yer yoktu.

Onun da kalbini kırarlardı ama o aldırmazdı. Sadece arkasını dönüp giderdi; gerçi kimi zaman giderken yine dürüstlüğünün tuttuğu olurdu.

Ona karşı dürüst olmanız yaralamazdı onu. “Tembel” diye suratına haykıramazdınız mesela, kendisi bilirdi ne kadar tembel olduğunu. O yüzden “Başkaları daha çok çalışıyor” dediğinizde ona tembel demeye çalıştığınızı anlamaz, sadece bir durum tespiti yaptığınızı zannederdi.

Eskiden mısralar değil, dörtlükler bile yetmezdi onun dürüstlüğünden damlayan satırları almaya. Şiirlerini gösterdiği arkadaşlarının ona “Neden şiir yazıyorsun ki?” diye sormaları üzerdi en çok onu. Oysa hayatında o kadar çift anlamı sözcük işitecek, o kadar çok maske takan insan görecekti ki, dörtlükler değil ikilikler yetecekti derdini anlatmaya:

Hayır, sizi sevmiyorum bayağılıkların fahişesi,
Siz de aşkıma layık değilsiniz, soyluluğun abidesi…

Gökten üç elma düşerse kafasını korumaya kalkardı. O ağacın altını, karınca yuvasını bozduğu için hatırlayıp anardı. Senede bir gün, Kabotaj Bayramı’ndaki yağlı direk yarışlarında buluşurdu çocukluğuyla. Kapılarını açardı birileri sonuna kadar, o cereyan yapmasın diye örterdi; annesi öyle tembihlemişti.

Onun hayatında çift anlamlı sözcüklere yer yoktu. Renklere, seslere, dokunmalara ve öpmelere belki.

Ama çift anlamlı sözlere, hayır…

Hani mutluluktu bu aşkın sonu

Haydi internet kilitleyelim.... Sanki mümkünmüş gibi...
Bu arada "Açılmayan kapılardan hükümetimiz sorumlu değildir"


Demek ki kırık ayakla bir yere kadar yatılıyormuş. Bayram sebebiyle bir ayaklandım pir ayaklandım. Hatta göl kenarında bayram sofrası bile kurduk, maile. Gerçi artık aile üç kişiyle sınırlı, ama bu kadarına da şükür.

Dükkanı bayram sebebiyle kapatınca çok iş birikti. Edebiyat üzerine yazılar tamamlanmadı, hele yazdığım kısa öykülerin yarısında tıkanması ve ilerlemesi çok tipik bir deneyim oldu. Ancak bu sefer üzerlerinde mesai gibi emek harcamaya kararlı olduğumdan herhalde, devam ettirmek için bir çok fikir geliyor aklıma. Masamın üzerinde daima bir kağıtta yazılı fikirler var. Hiç bir fikri bir yere yamayamıyorum ama şimdilik durumun parlak olduğuna inanıyorum.

Gazeteye devam etmiyor oluşumun en büyük zararı kronik uyuşukluğumun Oblomov'la yarışır hale gelmesiyse, faydalarından birisi de gündemi, özellikle de komik yerel gündemi, takip etmiyor oluşumun yarattığı boş zamanda Dünya meselelerine eğilme fırsatı yakalamam. Dünya meselesi deyince yanlış anlamayın: Gündemimde küresel ısınma, küresel mali kriz ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantısı yok. Gündemimin baş köşesinde sansür var, daha doğrusu » aralarında en çok ziyaret edilen sosyal paylaşım sitelerinin de olduğu bazı sitelere erişimin engellenmesi haberi var.

Blogger'a erişim engellendiğinde kendi blogum için değil de » Flying Dutchman'ı okumaktan mahrum kalacağım için üzülmüştüm. (Günlük rutinimin en büyük parçası Davy Jones'un el değmemiş blogpostları)

Şimdi de durum benim için aynı. iPod'umdan dinlediğim şarkıları skroplayıp last.fm'e göndermek ve müzik zevki bana benzeyen arkadaşlar bulmak eğlenceliydi, ama olmasa da olur. Bunun yanında » firmanın verdiği hizmetlerden memnun olup ücret ödeyerek abone olan kullanıcıların uğradığı mağduriyetin müsebbibi kim? Bu konu açıklığa kavuşmazsa ortaya atılabilecek » bin bir türlü spekülasyonu aralayıp kendisini temize çıkarmak zorunda kalacak olan kim?

İşte benim boş zamanlarımda düşündüklerim, aklıma takılan sorular bunlar. Felsefecinin işi yeni sorular sormak değil mi? Öyleyse benden size yepisyeni sorular. Haydi buyurun, doya doya tahrik edin milleti.

15 Eylül 2009

Kırık parmakların zulmü

Resimdeki kırık parmağı bulursanız parmağı yerinden söküp adresinize postalarım. Vallaha lan.

Ayak parmağımı kırdım. Sol, serçe. Yaklaşık 500m. mesafede oturan kuzenimi günlerdir görmedim. Yatağa da mıhlandım mı şimdi? Ayıklanmış taze ceviz yeyebilmek için alt kata inmeye mecalim yok. Havanın bozmuş olması tek tesellim, izolasyonu pek de iyi olmayan üst kattaki odamda sıcaktan patlardım yoksa...

Radikal Kitap'ın geçen haftaki sayısı bir türlü elimden düşmedi. Nur Çintay Aköz ne zaman bulaşacak bu dergiye, diye merak içindeyim. Şimdilik sadece haftasonu eklerini piç etmekle yetiniyor. Yakında Radikal İki'de "Nişantaşı'nda siyaset" konulu yazılara başlayacak diye korkuyorum. (Ve artık bitirmek istiyorum 443. Radikal Kitap sayısını...)

Aşk olsun Emre'nin hanımına, yine ters köşeye yatırdı bizi...

Özdemir İnce, Hürriyet Gösteri'nin İlkbahar 2009 sayısı için güzel bir yazı yazmış. Yatağa mıhlanmışken bu yazıyı ikinci kez okuma fırsatını değerlendirdim. Düşüncelerimi biriktiriyorum, kısa süre sonra bir iki paragraf karalarım.

Oblomov
üzerine çalışmam devam ediyor. Yaz başında bir kez okuduğum kitabı şimdi tekrar okuyorum. Çünkü Oblomov'dan, Oblomov olmamak için çok dersler çıkarılabileceğine inanıyorum. "Oblomov'un rüyası ya da tembellikten ölünür mü?" başlıklı yazımda da yarıya geldim. Çok yakında tamamlanan bu çalışmayı sizlerle, umarım bu kez yazılı basında, paylaşma şansım olur.

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası