30 Ekim 2009

Toto takımı: Blyth 2009/08

Parent takım Ipswich'e sahayı dar ettik ama yenemedik. Yine de en kötüsü, o maçta devleşen Akurang'ı kaybetmek oldu...

Önceki sezonu değerlendirdiğim blogposttan sonra, yeni sezona ilişkin ilk yazımı da hazırladım. Tabii bunun için öncelikle birkaç maç yapmam gerekti, ben de Ağustos ayındaki tüm maçlarımı tamamladım.

Öncelikle takımın performansına bakalım;

Blyth Spartans AFC
11th, 1W/3D/1L, 6 pts., 6-2 (+4) GD

İlk 5 maçta 6 puan toplamak aslında felakat, ancak nasıl oldu da 6 puanı 4 averajla süsledik? Efendim durum şu, son maça kadar benim forvetler, sağolsunlar, sadece 1 gol atabildiler. Son maçta ise 5 gol birden attılar. İstikrarsızlık diz boyu anlayacağınız. İsterseniz tek tek maçları değerlendireyim:

2009/08/08
Southport: 1 Blyth: 0
Sezonun ilk maçında, dürüst olmak gerekirse Southport top göstermedi bana. 2-3 hücum denemesi ve 1-2 şu haricinde, tabelayı değiştirecek etkinliğim yok. İşin kötüsü, ortasahayı derleyip toplayan, kaptan Gareth Williams da sakatlandı ve 2 ay yok! Yeni transfer ettiğim gençlere ve Williams’ın veliahtı Vangucci’ye çok iş düşecek…

2009/15/05
Blyth: 0 Alfreton: 0
Kendi evimdeki ilk maçı nasıl kazanamadım, anlamıyorum. Alfreton geçen sene Croft Arena’dan 3-2 ’lik bir yenilgiyle ayrılmıştı. Olay sadece Willams’ın eksikliği de değil, çünkü Josh Craddock beklentinin üstünde bir performans gösterdi. Ama Robert Dale ve Sean Reay’dan oluşan singildek forvet hattım yüzünden, adam gibi bir gol tehdidi yaratamadık.

2009/08/18
Harrogate: 0 Blyth: 0
Al bir toto maçı daha… Geçen sene deplasmanda 2-0 yenilmiştim, aslında beraberlik çıkarmam iyi bir sonuç. Ama Dale maça çok istekli başlamıştı, orta sahadan itibaren topla oynuyordu. Craddock ve daha sonra Adrian Webster’ın yerine giren Nathan Cartman da olumlu toplar kullandı. Ama hem rakip savunma forvetlerimi iyi kilitledi, hem de deplasmanda yorgun Alex White’ı dinlendirmek için ilk 11’e aldığım Jed Dalton vasat oynadı, sonuçta tabelaya katkı sağlayamadık. Önceki maçtaki iyi oyun bu maçta devam etmiş olsaydı, beraberliği kafaya takmazdım ama…

2009-08/22
Blyth: 1 Fleetwood: 1
Yok arkadaş, kaderde toto takımı olmak var. 6’nın üstünde raiting alamayan Reay’a “No pressure” verince hepten 5’lere düştü, Dale de önceki maçları aratan bir yokluk içindeydi. Oysa maça çok baskılı başlamıştım, ilk dakikada tam 3 tane gol pozisyonu, ilk 20 dakikada 6 tane kaleyi bulan şutum vardı. Neil Cousains ve Craddock harika toplar atıyordu, savunma da hücuma katkı yapıyordu… Ama olmayınca olmuyor, rakip savunmadan dönen top kaleme geldi. Üstelik pozisyon bile olmadan, Mike Jones’un hatasından penaltı oldu ve şut görmeden gol gördük. Devre arasındaki değişiklikler takımın üzerindeki şoku gidermese ve Dale de sürpriz bir gol atmasa 1 puanı da kurtaramayacaktık. Bu iş böyle gitmez!

2009/08/29
Blthy: 5 Gainsborough: 0
Ve gitmedi de! Forvetlerin, özellikle de Dale’in içine girdiği gol sıkıntısını bir şekilde aşacağını biliyordum. Ama hepsini bir maça biriktirmeleri iyi olmadı. Geçen yıl iki maçta da yendiğim zayıf Boro’ya 5 atmak kolay. Sıkıysa Southport’u 5 leyin. Boro top görmedi, pozisyon üretemedi, hiçbir şey yapamadı. Söyleyecek bir şey yok, önceki maçta hata yapan Jones’un 6 ile oynayıp moralini düzeltmesi dışında…

26 Ekim 2009

Açık kaynak kodlu e-sport ya da telif çığırtkanlığı yapan medya patronu

Oyuncuların günün tamamını bilgisayar başında geçirdiğini sanıyorsanız... Şeyy, haklısınız :)

e-Sport kavramının ne olduğu üzerine çocukluğumdan beri düşünüyor ve yazıyorum. Oyun yazarlığı yaptığım toyluk dönemlerinde oyunculuk, profesyonel oyunculuk ve e-spor kavramları üzerinde kaleme aldığım ve ilgi yaratmış yazılarım da var. Hatta “Siber spor” diye bir terim de uydurmuştum ama e-Sports piyasada daha başarılı oldu. Ne yapalım, kader utansın.

Bunun yanında, oyunlar üzerine halen az da olsa yazmaya devam ediyorum. Ludoloji kuramı ya da sosyolojik oyun araştırmaları üzerine hiç yoğunlaşmadım. Oyunların yaratılması, oyuncularla buluşması ve oynanması sürecinde yazmayı sevdim, tercih ettim.

Favori oyunum Starcraft, gerçi en iyi günümde bile Türkiye ortalamasının altında (çok altında değil ama, yerlerde sürünmüyordum yani) bir performans göstermişimdir. Yine de Starcraft’a bağlılığım hiç bitmedi, azalmadı. Bu yüzden özellikle Güney Kore’deki e-Sport etkinliğinde en büyük pasta dilimini kazanan Starcraft ile ilgili yazmayı sürdürdüğüm bir eski-portal/yeni-blog da mevcut.

Oyun para kazandırmak zorunda mı?
Haaaayli uzun bu peşrevden sonra güreşe başlayabiliriz :))

Dünyada en popüler oyunlar aksiyon oyunları, daha belirleyici bir ifadeyle “First Person Shooter” türüne giren oyunlar. e-Sport konseptine en uygun olanları da genelde takım oyunu/stratejik düşünme öğelerini barındıranlar arasından çıkıyor.

Türü adeta yaratan (ki o konuda da birkaç kelime karalamak lazım ya) Quake serisinin en büyük “Multiplayer” patlamayı yaptığı, id Tech Engine v3 motoru üzerine inşa edilmiş Quake 3’ün kaynak kodları GNU/GPL kapsamında açık hale getirildikten sonra, bu motor üzerinde bir çok Quake yeniden yapımı ya da bağımsız oyun projeleri görünür oldu.

Ve bu oyunlar, yavaş yavaş Online e-Sport organizasyonlarında kendilerine yer almaya da başladı. Örneğin Alien Arena, ESL Europe organizasyonunda kendine ait lig etkinliği olan bir oyun.

İçinde, henüz pek yüksek meblağlardan söz edemesek de, iyi bir paranın döndüğü online etkinliklere girmekte hayli yüksek başarı gösteren bu bağımsız, ücretsiz ve hepsinden önemlisi “Açık” yapımlar, sektörü baştan aşağı yeniden şekillendirebilir.

Tiraj kaygısı "Telif çığırtkanlığına" sürüklüyor
Fikir mülkiyeti konusunda dayatmacı ve zorlayıcı hukuksal süreçlerin işletildiğini gördüğümüz dünya ölçeğinden farklı olarak, ülkemizde bu konuda sansüre varan uygulamaların yaygınlaştığını biliyoruz. Gerçi mevcut dağıtım ilkeleri “Açık” olmayan eserlerin, fikri mülkiyetine sahip olanlardan izinsiz dağıtılmasının da, bugünün konjonktüründe, savunulacak bir tarafı yok.

Ama bütün “Medya imparatorluğunu” giderek “Fikri mülkiyete” emanet eden ve giderek bu suni kavrama daha bağımlı hale gelen büyük sermaye odaklarının, dünyanın geçirdiği değişime daha fazla direnemeyeceklerini tahmin etmek de zor değil.

23 Ekim 2009

İskoçya sınırında bir Sparta'lı

Sezon sonu detaylı puan durumu. Sezon sonuna ilişkin bir çok ekran görüntüsü kaydettim, indirmek isteyenler için bağlantı blogpost'un sonunda...

Daha önceki blogpostlarından birinin sonlarına doğru, formatlardan ötürü bir save'i kaybettiğimi söylemiştim. Formattan sonra, yenisi de çıkacak diye oyunu kurmayacağımı sanırken, depolama hard diski alınca hard diskte FM09'a yer kaldığını anladım. Kurmamak olmayacaktı; üstelik asıl hedefim yüz üstü bıraktığım Blyth Spartans'a küme atlatmaktı.

Ve oyunu kurup tereddütsüz Blyth'ı seçtim. İlk sezon pek iyi gitmemiş olabilir, ama okumaya doyamacağınız bir yazı serisi çıkarmayı başardım diyebilirim.

Geçen sezonu bir değerlendirelim öncelikle...

Blyth Spartans AFC
Media Prediction: 19th
Finished: 8th

Tahminlerden 11 sıra yukarıda tamamlamak kolay iş değil, gerçi oyunu benden daha iyi oynayanlar tıpır tıpır lig atlıyor olabilir ama sanırım ikinci sezonda, en azından promotion play-off seviyesini kovalayan bir takım yaratabileceğim ortada.

Hatta şu da var, sezonun sonunu beklediğim kadar iyi oynayabilseydim zaten ilk 5 içine girecek ve play-off’a katılacaktım. Son 5 maçın sıralamasına bakarsak, AFC Telford, Solihull Moors, Gainsborough gibi play-off kovalayan diğer takımların iyi skorlar aldığını, Spartans’ın ise maalesef bu takımlara kaybettiğini göreceksiniz.

İlk sezonla ikinci sezon arasındaki en büyük fark bence transferler olacak. İlk sezonda kümede kalma endişesi yaşayan bir takıma oyuncular soğuk bakıyor, 50-100£ aralığındaki tekliflerden 10-20£ oynamalarda rakip takımları tercih ediyorlardı.

Transferler ümit veriyor
Bu sezon durum farklı. Championship ve League One görmüş Nathan Cartman, Josh Craddock, Sean Hunt gibi oyuncular, 100-150£ aralığındaki tekliflerde Spartans’ı tercih edebiliyor. Ayrıca yönetim £18K gibi bir nakti transfer bütçesi olarak ayırdığından Dan Spence gibi bonservis bedeli ödenecek transferelere imza atmak da mümkün oldu.

Geçtiğimiz sezon ortasında Galler takımlarından Kuzey’e gelmeyi kabul eden Gareth Sudlow ve Mike Jones’un da, bu sene takıma uyum sağlayıp savunmada zekice işler yapmalarını beklediğimi ifade etmek zorundayım.

Elden kaçanlar da oldu
Sezon öncesi denem kontratı alan Clif Akurang ve Jeff Fredy gibi, kadroda önemli boşlukları yapayacak isimler ne yazık ki takımın düşük profilli olmasından etkilendi. Pazarlığa bile yanaşmadan £150-200 aralığındaki teklifleri reddederek daha büyük profilli takımlara gittiler.

Akurang’ın hücumda istekli ve fiziksel gücünü kullanan bir oyuncu olması, geçen sezon özellikle forvetlerin birbiri ardı sıra sakatlandığı dönemde yaşadığım gol sıkıntısına derman olabilirdi. Fredy ise beklerin hücuma desteğinin önemli olduğu 4-4-2 dizilişinde sol kanatta oyunun iki yönüne katkı yapmasını bekliyordum.

Kaleci sıkıntısı hepimizin sorunu
Kalecilerden yana bütün non-league takımları gibi ben de muzdaripim. £100-150 aralığındaki kalecilere yol verdikten sonra, daha iyi performan gösteren Voleinik ve Evans gibi isimleri kadroya kattım. Ama yine de “Kalede Evans devleşti” gibi bir cümle kurmak nasip olmadı. Bu sezon savunmanın da yardımıyla daha az gol yiyeceğimi umuyorum.

Bir sonraki FM yazımda, sezonun ilk başını şöylece bir gözden geçirmeyi umuyorum. Umarım o yazı da sizler için keyifli olur (Bu kesin oldu ya xD).

Not: Sezonla ilgili detaylı ekran görüntülerini indirmek isteyenler için bağlantı [yakında burada olacak]

22 Ekim 2009

My soul is free I've got wind beneath my wings


Matt'in sahne sufleksi Yngwie'den bile kötü... Böylesine ne demeli

Ne zamandır şarkı paylaşmıyorum... Bu sefer de "All time favouritte" bir eser paylaşayım bari. Yngwie'den... (anası Lars Lannerbäck diye sever gerçi)

I'm back to life
From the walking dead
No more demons in my head
I'm sick of ugly lies
Leave this ball and chain
As the hatred dies, so does pain

(chorus:)
My soul is free
I've got wind beneath my wings
Yesterday's gone
My heart sings

Time to believe
In the better part of me
Tomorrow is here
Awaiting

My resurrection
My resurrection

One chain don't make no prison
Two wrongs don't make a right
I heve never felt so alive

(chorus X 2)

Kederin, derdin tasanın uçtuğu gözlenmiştir, bu şarkının dinlenmesinin ardından... Yngwie bu şarkıyı hayatındaki zor bir dönemin ardından feraha çıkması üzerine yazmış.

Ferrari kazası, alkol bağımlılığı başlangıcı, sanatsal üretiminin tıkanması, müzisyenlerle girdiği sonuçsuz tartışmalar, albüm satışlarının dibi görmesi, müzik dergilerinde yerden yere vurulması...

Ve sonra, Facing The Animal ile bir çıkış yakalar, çıktığı zirvede artık onu sadece Satriani ya da Vai gibi isimler "rahatsız" edebilecektir.

Dinleyin, dinlettirin...

20 Ekim 2009

Mahkemeyle olsa yine iyi…

Benim internetim kendiliğinden kesik, mahkemeye gerenk yok

Kimseye “bok atmayı” sevmem ama işini iyi yapana bulaşmak gibi bir niyetim zaten olmaz, olsa da okurlarım bana engel olur… (Virgülden sonraki kısmı dikkate almayın. “Okur” dedim lan resmen)

Bu kadar blog tutuluyor, toplam okunurluğu blog başına acaba 5 kişiyi buluyor mu? Ama blogger’lar canhıraş yazmaya devam ediyor. Ben de onlardan birisiyim. Özellikle de işsiz bir yazar, blog yazmasın da ne yazsın?

Yalnız şu da var, yazarlığım internetle ilişkili ama blogla sınırlı değil. Yazı bekleyen bir çok yerim var, yazıları haliyle internet aracılığıyla gönderiyorum, falan filan.

Ama yeter artık. Günlerdir yaşadığım erişim sorunlarından sonra internetten de elimi eteğimi çeksem iyi olacak gibi görünüyor. En iyisi bir dolmuş hattına girip şöförlük yapmak. Ya da imkanı olsa da bir yere lokanta açsan. Paralar çuvalla gidiyor vallaha.

Neyse, demem o ki, eğer Telekom önümüzdeki günlerde bana kelek yapmaya devam ederse ben de eylemlerime devam etmenin bir yolunu bulurum.

19 Ekim 2009

Kırk katır tek satır

Bir salon dolusu insanın, işlerini iyi yaptıkları için alkışlanılmaya ihtiyacı varsa hiçbiri işlerini iyi yapmıyor demektir

Alelacele oturup (ya da uzanıp; zira leftaflar sayesinde uzanarak da yazmak mümkün artık) birkaç kelime karalamaya karar verdiğim ve yazacak tek kelime bulamadığım zamanların sayısı hiç de az değildir.


Burada asıl olan, bir mesai disipliniyle bilgisayarın başına oturup yazmaya koyulmak; mümkünse belli bir yoğunlukta yazıyı tamamlamadan da yazmaya ara vermemek. Ve bu yazma süreçlerini günde (en azından) iki kere yineleyebilmek. Gerçek bir yazar üretkenlikten ancak o zaman bahseder.

Defterlerin yerini “C:/users/serhat/documents/hedehödö.docx”ler almaya başladığından beri, yanımızda yazılarımızı taşımamız da zorlaştı. Belki sırf bundan ötürü leftaf alıyoruz, kim bilir? Çeşitli internet hizmetleri sayesinde yazılarımızı internet aracılığıyla her yere taşımamız mümkün. Ama veri güvenliği konusunda paranoyak olmayan var mı içinizde? İşte bunun için, yazarlığını sürekli bir motivasyon kaynağıyla pekiştiremeyen benim gibi işsiz bir yazar için, bilgisayar başına oturup yazmayı cazip kılan tek şey, yazıyor olmanın kendisi.

Kalburüstü yazarlar kendi yazma serüvenlerinden bahsettikleri, bence çok sıradan yazılara imza atarlar. Bazen de eli kalem de tutan farklı meslek ehli insanların, kendi başarılarını gözümüze gözümüze soktukları yazılar kaleme aldıklarını görürüz. Yazma serüveni hakkında bence en samimi yazılar, yazarın nasıl yazamadığına ilişkin yazılardır. Sıradan bir okur yazarın “yazdığını” zaten bilmektedir. İyi yazıp yazmadığı da tamamen özneldir. Benim iyi yazdığıma inanan 600 kişi bulabilirim, siz de aksini savunan 6000 kişiyle çıkıp gelebilirsiniz karşıma.

Ama ortalama okur yazarın “yazamadığını” bilmez, tahmin edemez, yazara yazamamayı yakıştıramaz. Bunun için eli kalem tutan kişinin, Asurlulardan beri kutsallığını çokça yitiren ancak gücünden hiçbir şey yitirmediği açık olan yazının kendisine birazcık saygısı varsa, nasıl yazdığını anlatmaması gerekir. Bir yazarın nasıl yazdığını okumak, bir katil nasıl öldürdüğünü, bir aşçının nasıl pişirdiğini okumaya da benzemez üstelik.

Çünkü yazar, yazarlığını yazarken ikinci dereceden bir yazma işlemiyle kendisini nesne edinmiş olur, yani aslında nesnesi olan kendisini yazıda kaybeder. Aşçının böyle bir kaygısı yoktur.


Bana soracak olsanız, “Aylarca maaş almadığım tesadüfen ortaya çıkana kadar sesimi çıkarmadan çalıştım” cümlesini kurmanıza sebep olan bir yazma serüveni, daha ilk adımda ruhunu kaybetmiş bir serüvendir zaten…

Meslekten değil meslektaştan nefret et!

Eloğlunun sattığı gazeteye bak... Bizimkiler de 100 bin tiraja seviniyor...

Hooop! Kapının arkasından kayıp gidiverir sevda, anlayamazsın.

Ben bakakalmam, umursamam, umursamayanlardanım. Yalnız nedense bana hâl çaresi soranlar var. Üzerimde bir Güzin Abla imajı mı var bilemiyorum. Gazeteciliğe, ömrümce olmasını istedim ve bir şekilde, bulaştım; yalnız tatsız bir veda mektubunun ardından bugün biliyorum ki beni benden soğutamazlar, kendilerinden soğuturlar ancak.

Benim gerçek sevdam, okumak ve yazmaktır.

İyi yazan birisiyim, Nobel Edebiyat Ödülü’ne ilkece karşı olmasaydım şunu söylemek isterdim; en prestijli “Ehl-i kalem” ödülü neyse onu almak isterim. Yalnız emeklemeden koşulmaz derler ya, emeklemenin yaşı geçtiğinde hala kundaktaysanız ve zıplayarak Ay’a ulaşmak gibi bir hedeften (Hem de yüzsüzce) bahsetme cüretini gösteriyorsanız, öncelikle “O kadar iyi olmadığınızı” kabul etmelisiniz.

Bu laf kalabalığının ardından şunu söylemek istiyorum: Benim “Şikâyetim Yaradana” değil. Ne demek bu?

Evet, sağdan sola dönemeyen uyuşukların arasında Usain Bolt’tan “Bir koşu bakkaldan ekmek al” talebini yerine getirmesini beklemek haksızlık olur; yalnız Bolt yine de iş ahlakıyla bu emri yerine getirdikten sonra “Usainciğim be, benim hanım krokodil çanta istedi, şu nehirden bi timsah avlayacannı?” yüzsüzlüğüne girişmek de hayvanlık olur!

Hayvanlara ancak acırım ben.

Yağmurda paralarını almaya gönderenler beni kendi kapılarına kul kılınacak, mutemet mizaçlı bir ufaklık sanıyor olabilirler; burada kriter benim o isteği yerine getirip getiremeyecek olmam değil, o istekleri bana sunanların kurumsal konumları kafalarında oturmamış olmalarıdır.

İlkeleri olmak talihsizliğine ben de bulaşmışım işte… Ne zaman ilkesizce bir adım attığım görüldü ki zaten.

Duygusalız dedik diye bizi aşk çocuğu mu sandınız? Hayır, unuttunuz öfke de bir duygudur. Ve intikamla değil, zaferle beslenir. (Aşk da sevişmekle beslenir örneğin, ama ateşi fazla beslerseniz sonunda kavrulur, küllenir ve söner gider…)

11 Ekim 2009

Aman "Amansız" olmayın

En iyisi milli takımın başına Rijkaard geçsin.
Oyuncular uyum sorunu yaşamazlar hiç olmazsa... Saçlar aynı neticede...


Dünya Kupası'ndan elendik diye üzülenleri anlamıyorum... Şimdiye kadar, ama öyle ama böyle, elenmedik mi bu kupadan... En çok direndiğimizde yarı finalde Brezilya'ya 1-0 yenilip üçüncü olmuştuk, ama o zaman da elenmiştik işte...

Fatih Terim'in zerre suçu yok, hatta başarısı bile var... Uzun yıllardır hiç bu kadar erken elenmiyorduk, en kötü play-off oynuyorduk.

Vakıa... Kafanıza takmayın, top yuvarlaktır. Hoş dikdörtgen prizma olsaydı da elenirdik gibi geliyor bana ama...

Korkuyu sansürle yalana dokunma

Adnan Hoca'nın manken kızları oral sekse zorladığı günleri unutmadık.
Bu arkadaşın hiç olmazsa kendisini koruyacağı bir kancası var diye seviniyoruz.

Zamanında başı seks skandalı nedeniyle derde girdiği için kendi adını kullanamadığından takma isimle sözde kitaplar çıkaran Adnan Hoca'nın geçen yıl bir çok internet sitesine kapatma kararı uygulatılmasını sağladığını biliyorsunuz. Bu sitelerin arasında Turan Dursun'un ve Richard Dawkins'in siteleri de geliyor. Ben interneti, herkesten farklı olarak makattan izlediğim için bu yasakların çoğusu beni bağlamıyor, ancak en azından söz konusu sitelere erişim engellenmesinin devam etmediği belli...

Farmville kepazeliğini bir yana koyalım. Yazılı, görsel ve elektronik basında sansür olmazsa otosansür mekanizması çalışarak yazmayı imkansız hale getiriyor. Bununla birlikte MÜYAP fikri mülkiyet konusunda tartışma yaratan bir çıkışla çeşitli sitelere erişim yasağı uygulatabiliyor.

Daha önce de blogger, Digiturk'ün engellemesiyle kapatıldığı gün Felsefe Çukuru formatından vazgeçip mevcut ver der veremem formatına dönmüştüm... Yani sansürler benim en büyük hobimi de (Hadi yalan olmasın, en büyük ikinci hobimi de) doğrudan etkiliyor.

Şimdi, MÜYAP'ın engellemesini bir kenara bırakalım; mülkiyet hırsızlık mıdır bilemiyorum, dahası hırsızlıktan söz etmek için mülkiyetin varlığını kabul etmenin gerekip gerekmediğini de (Retorik olarak bile olsa) sormamayı tercih ediyorum şimdilik.

Adnan Hoca'nın meşhur yaradılış atlasını ve, darılmaca gücenmece yok, götünde iğnesi unutulmuş balık yemini "Evrimi çürüten fosil" diye yutturmaya çalışmasını muhakkak biliyorsunuzdur.

Erişim engelleme, sansür uygulama, topluluklar üzerinde "Psikolojik mühendislik" (tanımı da uydurdum iyi mi) çalışmaları yürütme gibi faaliyetlerde bulunanlar şunu da göz önüne alamazlar mı?

İçeriğindeki tek bir materyalden ötürü bütün bir internet servisine yasaklama getirenler, diğer tüm bilgileri doğru olsa, en azından o kanca götlü balık yeminin sayfasına bir yasaklama getiremezler mi?

En azından vicdanımız rahatlar...

10 Ekim 2009

Yüreklerin yükü...

"Kahve çekirdiklerinin dayanılmaz cazibesi" sloganından önce de "Kırk yıl hatırlı kahveler" yok muydu sanki... "Mad Men" haklı: Reklam en önemli şeydir

Yumurtalıklarını aldırdım kalbimin… Duymuyor artık yüreğimin kulağı. Sağır değil, gönlümde bir sızı duyuyorum ama belki kelimelerin kifayetsiz olduğunu aşk derdine düşmeden anladığımdandır konuşmayışım. Havada bir ağırlık var, ama bu gönlümüze saplanan hançerdendir.

Şöyle sanıyorum dünyayı: Dünya’nın bir taraflarından benim için bekleyen bir kader var da ben oraya ulaşmamak için, evet sırf bunun için, bir taraflarımı kırıyorum, hasta oluyorum, babam ölüyor, bir şey oluyor ve o kadere ulaşmayayım diye evde yatalak kalıyorum.

Havadaki o ağırlık yüreğimizin duymaz olmasından değil.

Değil işte, değil!

Senin maviye çalan gözlerinde bile bir kızıllık gören ve elinde kağıttan mızrağıyla Paris’in kalbini fethetmeye giden bir barbarım, gördüğüm kızıllık da kan değil, tan!

Güneş, zafer ve gözyaşının buluştuğu yerdir ufuk. İşte ufka kadar yürüyenlerden olduk biz de… Anla ve uyan!

Kurşuna diziliyor ruhum bir yerlerde, dere yataklarında öldüresiye çalıştırılan Afrika’nın maden işçisi köleleriyle ve Sudan’da silahlanan Araplar’ın katlettiği zenci bebeklerle, ve Kosova’da komşusunun kurşunuyla yere devrilen Fatma’da, ve 6-7 Eylül’de Yahudi aşığıyla basıldığı için lince kurban giden Fotika’da…

Ve o zaman duyuyorum Beyaz Adam’ın son bufaloyu vurduğunu, suçu da “Avlanmayı bilmeyen” kızılderiliye attığını. İlk kez o zaman işitiyorum oğlunun düğününe para harcamakla suçlanan Anadolu köylüsünün “Görgüsüzlüğünü”, ama hak vermiyor da değilim akılsızlıklarına: Sahip çık malına, sahip çık oğluna! Çünkü kuşatma altındasın, bin yıldır yaptığın düğünlerin hesabını soruyorlar sana, diyorlar ki “Hititlerden beri siz burada gönlünüzce düğünler yaparken ve senin baban, onun babası, onun babası… Oğullarınızı kutlamalarla evlendirirken… Onbin yıldır siz böylesine bir bollukta yaşarken bize kendi dünyamızın zenginliği yetiyordu. Şimdi zenginliğimiz fakirlik oldu, denizlerimiz kurudu, toprağımızı betona teslim ettik. Seninki lazım bana. O zaman al sana: Değişen dünyanın yeni üretim ilişkileri ve emeği savunmayan sendikalar, ve işleri güçleri iktidar mücadelesine taraf olmak olan siyasetçiler, ve kendi ustaları gibi olmak istemediklerini göğüslerini gere gere itiraf eden edebiyatılar…”

Ve bir ilave de benden sana: “Büyük hissediyorum ama aç dersen açarım…”

Kutunuzu açtırmayın artık, çünkü yüreğimizin yükü büyük artık!!!

05 Ekim 2009

Sansürledim hala öküzüm

Resimdeki arkadaş Bond'um diyor ama ben hangisi öküz hangisi bürokrat bilemedim !!!

Sansürün korku yüzünden olduğundan o kadar emindim ki, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın Farmville'i yasaklaması haberine sadece sessiz kalabiliyorum.

Selçuk Erdem'in bir karikatürü var, tam olarak bu "Öküzüm" durumuna ilişkin, hatta başlığı o karikatürden esinlenerek tashih ettim. İnternette karikatürü bulursam ekleyeceğim, şimdilik bu karikatür de bence derdimi anlatmaya yetiyor.

doktor korkuyorum

Yok böyle olmuyor... Bir de "Böööö" de bakayım!

Daha önce sık güncellediğim bir etiketi boşladığımı fark ettim. Buyurun, biraz da siz korkun:

- Halka: Yani, sizi korkutmamış olabilir ama çom iyi hatırlıyorum, sinemadan eve geldiğimiz zaman ablama bir süre daha korkmaya devam etmiştik. Salonun atmosferi mi, oyunculuklar mı, ne derseniz deyin?

- e-Devlet: Elektronik ortam devlet elini atmadan da yeteri kadar güvensiz. Zaten bizim devletin internete erişimi de mahkeme kararıyla engelleniyor... Hâl böyleyken, zabıtaların Google Earth'ten işportacı kovalamalarından korkuyorum, gelecek güzen günlerde.

- Ceberrrut memur: Özellikle de üç "R" ile yazılanları... Arkadaş, su faturasını ödemeye gittiğinde insan veznedardan korkar mı? Fakat sendeki o çatık kaşlar, çakmaktaşlar, kendimi kaybetmeme sebep oluyor amca. Aslında en çok devlet memurlarına halkla ilişkiler dersi verilmeli çünkü onlar "Kamu çalışanı" yani "Kamu'nun ruh sağlığıyla" yakından ilgili kişilier. Buna rağmen, çalışanlarına halkla ilişkiler eğitimini sadece özel teşebbüsün verdiği de bir gerçek.

- Sabah ezanı: "Es salat-ü hayr'ün minen nevm"., yani "Namaz uykudan daha hayırlıdır". Sözün doğruluğu ya da haklılığı meselesi tamamen insanın vicdanına bırakılmıştır. Ama dah gün ışımadan yanık sesli müezzinlerin haykırırcasına sabah ezanını okumaları benim oldum olası korkutmuştur.

- Aktivistler: Şimdi tanıdık Greenpeace'ci varken, "Greenpeace'i tanıyor musunuz?" geyiğine sarmak istemem. Yalnız bu aktivistlerin eylemlerine katılmayanları/katılmak istemeyenleri "Konformistlikle" suçlamaları da korku kültürünün tersine yansımasından başka bir şey değil. (Ve korku kültüründe eğer sükunet erdemse, aktivistlerin bizleri aslında "Pasifist" olarak adlandırıp saygı duyması gerekmez mi?)

devam edecek...

Özgürlük bu değil

İnternette yapabildiklerinizin sınırının olmaması özgürlüğünüzün güvencesi değil.
Özgür olmak istiyorsanız özgürlüğünüzü sınırlamanız gerekebilir.


Son günlerde "İnternet sansürü" konusu tekrar tartışılır oldu. Hayırlı bir gelişme. İşsiz bir yazar olduğu için yazma emeğini internete aktarmak zorunda olan benim gibi birisi için internet, kendi geçimini sağlamak için değil ama yazma tutkusunu özgürce sürdürebilmek için bulunmaz bir ortam.

Yine de itiraf etmek gerekiyor, sansür eğilimleri gözlenmese bile internet yeterince güvenli değil. Bu konuda Google'ın üstüne düşeni yapmadığını eğlenceli bir biçimde anlatmıştım anlatmasına ama, sanırım Google'un zaten üstüne vazife düştüğüne inandığı yok.

Zaten Google en çok EULA'sındaki sıradışılıklardan dolayı eleştiriliyor.

Yalnız teknolojik üstünlüğünü kullanarak insanların özel hayatlarına, müdahale etmese bile, habersizce bir pencere açan Google'ın burada esas suçlu olmadığının altını çizmek gerek.

Sorun internetin kendisi.

Kanka Ozan, blogunda bir İnternet Manifesto'suna yer vermiş. Öyle sanıyorum ki bu manifesto gibi bir çok manifestonun hazırlanması, internetin standartlarının belirlenmesi ve internette neyin suç neyin özgürlük olduğuna karar verilmesi gerekiyor. Hatta çok farklı etnik kökenlerden gelip internetteki özgürlük ortamında buluşmaya başlayan kişiler bu çalışmalara başladılar bile.

Bu arada, sanırım bu uğraşı içinde, hala yasaklayarak internetle mücadele eden güzel ülkem Türkiye, yine ikinci ligde kalacak. "Güzel ve yalnız ülkem" demişti Nuri Bilge Ceylan. Evet, kendini yalnızlaştırdıkça yalnız kalan bir ülkeye başka ne ad verilir?

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası