12 Aralık 2010

B Planı'nız var mı?

Markalı öğlen yemekleriyle bedenime (göbeğime?) şekil verseniz de, buzlayıp sansürlediğiniz sevişme sahnelerine köle edip akşamlarımı televizyon karşında geçirtseniz de, her yerde geçer akçe olan "rekabet" manyaklığına itibar etmeye zorlasanız da, beni tahsilat memuru ya da kasiyer olmaktan ileri gitmeyen dandik işlerde istihdam etseniz bile ondört küsür diploma almayı şart koşsanız da, maaşlarla ve pirimlerle kandırıp sonunda tazminat ödemeden kapı önüne koysanız da, elime geçen beş kuruşa da "en güzel araba benimkisi", "benim telefonumdan alırsan sen de bu hatunları götürürsün" gibi saçma sapan mesajlar veren reklam kampanyalarıyla göz koysanız da, saçıma hangi şampuanı süreceğimi kıyafetimi nereden alacağımı bana dayatmaya çalışsanız da, sahip olduklarım ya olmadıklarımdan ötürü beni zengin/ünlü/başarılı/şanslı/zavallı/fakir/çirkin ilan etmeye kalksanız da, gerzek sosyal dünyanız kendinize bile yetmediği için beni de içine çekerek kendinizi çapsız yalnızlığınızdan kurtarmak için kullanmaya çalışsanız da, televizyon programlarıyla beni evlendirmeye/boşandırmaya/barışmaya/savaşmaya kışkırtsanız da, sosyal ağlarda gerzekçe şeyler yapan insaların videolarını paylaşmayı gündemi yakından takip etmek saysanız da, her söylenene inanıp beni de inanmaya zorlasanız da... Ve nihayet bu güçsüz oyunlarınızı yemediğim için beni "yanlış" kendinizi "doğru" saysanız da... Günün sonunda kadehimde buzlu rakı olsa da olmasa da, sanki kazanan benmişim de siz sahip olduğunuz tüm döküntülere rağmen her şeyi daha baştan kaybetmişsiniz gibi geliyor... Gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?

--- Kids don't care by Radical Noise (via YouTube)

25 Kasım 2010

Dangling man

Ben de yazmak isterim ama anlayın beni... 17 gün sonra silah altına alınacak birisinin eli kaleme gitmiyor. Gazeteyi bile zor okuyorum... Macera romanları, polisiyelerle idare ediyorum aylardır.

Ben de, hazır durum kendi kendisini "Boşlukta sallamaya" başlamışkeni blogu tatile çıkarayım dedim... Terhise kadar blog tatilde arkadaşlar... Bu süre içinde dijital haberleşme için 45 senelik teknoloji olan e-mail'i kullanabiliriz. Kullanmazsak da olur, dert etmem...

Mülakat sonucuna göre askerlik yerim sınıfımı filan eklerim bu blog-post'a, güncelleme olarak...

Ben kaçtım gözüm...

09 Kasım 2010

Bir çok mevzu oldu, olmasalar da olurdu

Bilmiyorum, blog yazılarımı kâğıda bastırıp buzdolabına ya da çalışma odasındaki mantar panoya falan asan var mı? Aslında ‘eli kalem tutan adam’dan daha fazlası olmak için uğraşmadın değil; sadece bazılarının hikâyesi daha şanslı giderken ben “Müstakilliğimin” yetersizliği nedeniyle kendi kendimin kurbanı oldum. Aile böyle bir şey işte; başkalarına (kimi zaman artık hayatta olmayanlara bile) verdiğiniz sözler yüzünden kendinizi öyle biçimde kuruyorsunuz, sonunda sözler yüzünden bağlanan kolunuzdaki zincirler kişiliğinizin ayrılmaz bir parçası oluyor. Bir an o sözleri sadece bahane olarak kullandığınızı kabul etme aşamasına geliyorsunuz ama iş işten geçmiş oluyor.

Bunu söyledikte; bu nispette kişisel yazılarla ‘blogroll’da dolaşırken buralara gelmiş okuru da sıkmamam gerektiğinin bilincinde olarak, mevcudiyetimin şekli ve şartlarıyla barışık olduğumu bir kez daha yinelemek isterim. Rastgele okuyucu yanlış anlamasın: Burada “I Hate You” ergenliği yapıp kendimize acımıyoruz. Ama bazen itiraf etmek, günah çıkarmak, göğsünüzdeki sözleri çıkartıp ortaya fırlatmak istiyorsunuz. İşte o gibi durumlarda blog çoğu zaman içine girilmeyecek kadar kişiselleşebiliyor.

Ama buzdolabı yüzü görmesine bile razı gelinmeyen yazılar yazdığımı düşünmek de üzüyor beni. Daha iyi ve tanınmış bir yazar olmam gayet mümkündü oysa. Buzdolabından çok öteye adımı yazabilirdim. Bazen elinizi kirletmeniz gereken an geldiğinde tereddüt etmemeniz gerekir. Benim seçtiğim yoldaysa elimin tertemiz olmasından başka hal çaresi yok! İşte kendime ettiğim en büyük kötülük de budur.
Bırakın ekmeğini kaleminden kazanan bir yazar olmayı, 27 yaşına gelip girdiği işlerde 2-3 aydan fazla tutunamamış bir insan olmamın sebebini çokluk başkalarında aradım. İşler kötüydü, çalışanlar kötüydü, şartlar kötüydü, zaman ve insanlar kötüydü. Velhasıl; dünya kötüydü! Zaman zaman kifayetsizliği kendimde aradığımda böyle bir vicdan muhasebesine girmem bundandır.

Ama rastgele okuru sıkmak pahasına ve sözü uzatmayı göze alarak anlatmak istediğim şeyi “Özet geç lan piç” ekolüne uydurmam gerekirse: Bu dünyada bir yazar fazla olmuş, eksik olmuş kime ne? Ben de aralarına katılmayıvereyim. Ama bunu katılmamayı bilinçli bir tercihle mi yaptığım yoksa yetersizliğimden ötürü yaşadığım bir başarısızlığı kamufle etmek için mi uydurduğum konusuna gelince… Onu ben de bilmiyorum işte!

08 Kasım 2010

Üçüncü kefe

Küçük hayal kırıklıkları verip
Büyük ümitsizlikler aldığım
Adaletsiz bir pazarlığı
"İnsanlık görevim" diye adlandıracaksam

Nihayet, ölüm korkusu
Eksik de olsa 'sağ kalma' isteğine
Hiç haber vermeden
Galip gelecekse

Bir kefede başarısızlıklarım
Bir kefede kifayetsizliklerim
Bu şekilde kurulmuş düzende
Vasıflarıma kalmıyorsa 'üçüncü kefe'

Bunlar yetmezmiş gibi bir de
İstediğim hiçbir şey olmadığı için
Hayallerimin peşinden de koşamayacaksam
Mecburi esaretin sonunda

Kursağımda bir lokmayla yaşamaktan
Daha fazlasını düşlemekten bile
Her geçen gün daha fazla ürküp
Kendi sessizliğime çekilince

Biri belki hatırlar da bakar
Ne zaman geleceğini bilmediğim
Gözyaşlı cenaze günümde
O 'üçüncü kefe'ye

05 Kasım 2010

Ahiret Sualleri Özel: Tartışmam bile

Tartışmaya değer yanı olmayan ama günümüzün uyduruk "çoksesli" dünyasında, vikisinden forumuna sürekli tartışılan ve nihayet gazeteler maarifetiyle insanlığın tamamına yayılan bayağılıklar üzerine benim de birkaç masum düşüncem var.

  • Hem laik hem müslüman olunur.
  • Ana/ata dahil hiç bir insan, "Zor günlerimde hep seni düşünerek huzur buldum" sözünü hak etmez.
  • Huzurdan büyük servet yoktur. Ama para olmadan huzur da olmaz. Kendinizi boşa kastırmayın, aysonu alacaklılar kapıya gelince "Ama ben kapitalist düzene eklemlenmeyi hazmedediğimden..." diyemezsiniz. Aslında dersiniz ama işe yaramaz.
  • Tutunamayanlar, Türkçe'deki en iyi roman değildir. Zor okunan bir roman da değildir. Eğer Tutunamayanlar'ı okurken zorlanıyorsan romanın ya da Oğuz Atay'ın kabahati yok. Senin kafan basmıyor demektir.
  • Küçük Prens'i üniversite eğitiminde, üstelik felsefe eğitiminde kullanmak iyi bir tercih değildir. Kitabın çocuk romanı olarak görülmemesi gerektiği muhakkak ama iyi bir tercih olmadığı da açık. Lütfen İoanna Hoca'm, bu duruma bir müdahale edin. (Beyaz Diş bile, en azından İnsan Felsefesi anlamında daha iyi bit kitaptır)
  • Martin Eden'in vermek istediği mesaj "İnsanlar sizi anlamıyosa intihar edin" değildir. Yazarının da Martin Eden gibi intihar etmesi hiç bir şeyi değiştirmez. (Eğer öyle olsaydı Jack London'ın toplu intihar tarikatı liderlerinden ne farkı kalırdı?)
  • Evlilik Öncesi Seks diye bir şey yoktur. Seks vardır. Bir de bunu "Evlilikten önce, evlilik sırasında, evlilikten sonra" diye sıralama gafletine düşmüş gerzekler vardır. Az daha unutuyordum, bir de doğum kontrol yöntemleri vardır. Bu üçünün yolunun kesiştiği bir atmosferde doya doya sevişebilirsiniz.
  • Televizyonda izlediğiniz, gazetelerde okuduğunuz hatta internette gördüğünüz her türlü bilgi kırınıtısı, sizin için rafine edilmiştir. Yani birileri size filtre edilmiş havadisleri sunar. Gördüğünüz arkasında her zaman daha fazlası vardır ama bunu bilmeniz birilerinin işine gelmediği için paylaşmazlar. Lütfen ama lütfen, hiç bir gazeteye, özellikle de sırf kağıdının boyu ve yazıtipi değişti diye, hak edeceğinden fazla önem/anlam yüklemeyin. Türkiye'deki gazetelerin ortalama satış fiyatı 30-40 kuruş civarındadır. Kimse 40 kuruşa adalet dağıtmaz ve gazeteciler de 40 kuruşluk insanlardır.
  • AKP'nin kömür dağıtarak oy satın aldığını söylemek kadar kolaycı bir yaklaşım yoktur. Seçmeni "Siyaseti olmayan" bireyler olarak görme kusurlu bir bakış açısıdır. Gerçekçi bir eleştiri değildir.
  • Asıl sorgulanması gereken, halkın 2-3 çuval kömüre muhtaç olacak kadar mağdur durumda olduğu bir ülkede iktidarın 8 senedir değişmemiş olduğudur. Daha bir 8 sene daha bu durum değişmeyecek gibidir.
  • Aziz Nesin'in tek bir öyküsünü okumadan referandum sonucuyla Aziz Nesin'in o malüm sözünü karşılaştıran insanlar düpedüz geri zekalıdır.
  • Sizi yıllardır futbolla uyutuyorlar. Siz de salak gibi bu oyuna geliyorsunuz. (Ama PC'de PES, PS3'te FIFA süper olmuş diyorlar)

29 Ekim 2010

Serhat Abi ile şaşırtıcı diyaloglar

Sıradışı bazı cümlelere kulak misafiri olmuşsunuzdur muhakkak. Benim duyduğum en süfersel cümle, ortaokul arkadaşım İlker'in başka birisiyle konuşurken kurduğu "Duydun mu lan n'olmuş?! Güven'in ayağını kırmışlar, Abdulkadir'in de amına koymuşlar" cümlesi oldu. İşin komik tarafı, Güven'in gerçekten ayağı kırılmıştı. Yıllardır "Acaba Abdulkadir'in başına ne geldi" diye merak etmiyor değilim.

Ben de kulak misafiri olanlar için sıradışı gelebilecek bazı cümleler kurdum mu diye düşündüm. Çoluğuma çocuğuma anlatacak anılarımı hatırlamaya gayret ettim ve bu listeyi yazabildim. Hatırladıkça yenilerini eklerim. Kurduğum tuhaf cümlelere kulak misafiri olanlar da lütfen bana haber etsin, listeye o cümleleri de ekleyim.

- Serhat, bu kitapların hepsini okudun mu?
- Hayır, kıvırıp götüme soktum!

- Yüzüme bakar mısın Serhatcığım, bir şey var sanki...
- Var tabii, kaşın var gözün var...

- (Tabaktaki makarnayı göstererek) Bunun adı ne?
- (3 saniyelik duraklamanın ardından) Osman!

- Hangi sırada bekliyorsunuz?
- Sıra yok hanımefendi, boşalan gişe olduğunda oraya geçebilirsiniz.
- Ama öyle olur mu bık bık... (uzattı mevzuyu bu)
- Şimdi efendim şöyle oluyor... (anlatmaya çalıştım ama anlamaz ki kafa yok)
- Ne saçma. Hiç de böyle şey duymadım.
- Saçma değil, matematik. Onu da hiç duymadınız galiba.
- Cık cık, bu gençlik de bık bık bık...
- Genç olmayanı da görüyoruz, eksik olmayın.

Ve taaa liseden bir anı

- Sen anladın mı bakalım delikanlı.
- Anladım hocam!
- İyi, kalk bakalım tahtaya.
(kalktım tahtaya gidiyorum)
- Pek analayacak bir tipin yok da...
- ...

Sonrası yok.

- Kalemin var mı?
- (Elimdeki kaleme bakarak) Yok!

- Pekii.. Niye hiç sevgilin yok.
- Başkalarının a*la yapabildiğini ben elimle yapabiliyorum, param da cebimde kalıyor.

13 Ekim 2010

Bir gün herkes 15 dakikalığına anonim kalacak

Facebook-Guy Mark Zuckerberg, meselenin başında "Facebook gizliliğinize ve özel hayata çok büyük saygı duyuyor ve değer veriyor" demişti. Yaz başındaki Web 2.0 seminerlerinden birindeyse "Bu çağda gizliliği kim ne yapsın" dedi.

Artık her an hangi şehirde, nerede olup ne yaptığımızı bile isteye, kendi ellerimizle internette yayınlıyoruz. İnterneti bilgi çöpülüğü yaptık demiştim zaten. Örneğin geçen sene meme kanserine dikkat çekmek için Facebook üyesi kadınlar kilotlarının rengini yazıyordu kişisel ileti bölümüne. Buradan yak!

Bu çağda gizli kimliği olan bir "Sanatçı" var olabilir mi? Olamaz gibi görünse de, kendisine "Banksy" adını takmış Britanya kökenli bir sokak sanatçısı uzun yıllardır kimliğini gizli tutmayı başarıyor. Artık bir sanatçının değil bir kollektivin varlığından söz etmek bile mümkün.

Banksy'nin son işi, grafiti yerine The Simpsons'ın jeneriğini yapmak oldu. The Simpsons'ı ne kadar sevdiğimi daha önce yazmadıysam bile şimdi yazabilirim: Yatak çarşafım Bart'lı, Homer'ın kafası şeklinde pofidik terliklerim bile var. Merchandising Rulles!

Ama Banksy'nin yaptığı işi büyütmemek lazım. "Anarşik" olmaktan çok, gerçekten en anarşist duygularımızı harekete geçirecek bir durumu hiciv yoluyla adeta meşrulaştıran bir başka "merchandising" hilesi olmamış mı?

Jeneriğin ilk saniyeleri aslına uygun bir eleştiri aslında... Önce uzak doğulu işçileri çok kötü koşullarda dia'ları boyarken görüyoruz. İşler burada cıvıtmaya başlıyor. Dia'ları temizlemeye götüren çocuk işçi kartı alıp üstünde biyolojik atık damgası bulunan bir varile gidiyor (!) Varilin yanında çocuk kemikleri var (!!) Canlı kedi yavrularının tüylerini yolan makineden fışkıran pamuk Bart oyuncağını dolduruyor (!!!) Kasalara dolan oyuncaklar bir pandanın çektiği arabayla taşınıyor (!!!!) Oyuncakları yapıştırmak için bir yunusun cesedi (!!!!!) CD'leri kutusuna yerleştirmeden önce ortasını delmek içinse bir UNICORN BOYNUZU kullanıyor (!!!!!) Oha artık!

Fox'un ve sahibi Rupert Murdoch'un eleştiriyi ne kadar hak ettiği malum. Ama acı gerçekleri göstermek yerine gerçek dışı hicivleri kullanınca ortalama Amerikan izleyicisi (ki tamamı gerizekalıdır) bunu anlamaz ki... Bunu da mizah zanneder. Böylece 25 yıldır Fox'tan ekmek yiyen Matt Groening ve Al Green'in vicdanı rahatlamış olur, "merchandising" gelirleriyle çocuklarını yaz kampına yeni eyaletleri Irak'a gönderirler yakın gelecekte...

İfade hakkı yasaklansın

Özgürlük-Hak-Hukuk-Duduk! Kimse bilmiyor, ben az çok biliyorum ya; deliriyorum. Efendim bir defa özgürlük şudur; doğal yollarla kısıtlanamayan, labaratuvar gibi kontrollü ortamların haricinde yok sayılabilecekleri kabul edilemeyen olay ve olguların hepsi özgürlüktür. Kısaca, özgürlüğü engelleyemezsiniz. Düşünce, üreme gibi insan davranışları "Özgürlük" kapsamına girer, kimsenin düşünmesinin ya da üremesinin önünü kesemezsiniz.

Hak ise, özgürlüklerden yararlanmanın yasalara bağlı olması durumudur ve özgürlüğün dolaylı kavramıdır. Yani "İfade özgürlüğü" gibi bir kavramdan bahsedemezsiniz. Kasttetiğiniz şey, "Düşünce özgürlüğü" dolayısıyla kullanabileceğiniz "İfade hakkı" olur. Sağlıklı bir insanın düşünmesini yasaklayamazsınız ama düşüncelerini ifade etmeyi yasaklayabilirsiniz.

Kriter de bu olmalı. Bir insan, kendi zihin kapasitesinin sınırları dışında kalan şeyler üzerinde düşüncelerini paylaşmaktan men edilmeli. Gerçekten. Ben mekatronik ya da genetik bilimi hakkında, ne bileyim astrofizik hakkında tek kelime ettim mi? Felsefe, sosyoloji ve edebiyat... Eh biraz da alternatif popüler kültür meseleleri üzerine düşündüm şimdiye kadar. Çünkü onları anlyorum. Ama şu aşağıdaki alıntıyı yaptığım arkadaşlar anlamadıkları bir alanda kafa yormuşlar. Yazık olmuş:

"Rahatlıkla mutluluk olmaz... Mutluluk acıyla elde edilir, insanoğlu hayata mutlu olmak için gelmemiştir." - Dostoyevski


Rahatlıkla gelen mutluluk kalıcı olmaz... En büyük mutluluk tek başına kalbinde bulabildiğin mutluluk onu bulamazsan istediğin kadar uğraş mutlu olamazsın!

Bence yanlis yorum abicim!!! Insan sükretmesini bilse mutlu olur! Biz malesef öyle bir nesildeyizki sükretmesini bilmiyoruz.Isyan ettigimiz kadar Dua etsek belkide bir problemimiz kalmiyacak

Saçma bence insanoğlu acı çekmek için geldiyse işlenen günahların,isyanların hesabı sorulmazdı

insanoğlu mutlu olmak istedikten sonra sabah uyandığında şükürler olsun bugünde hayırlısıyla uyandım der mutlu olur mutluluk göreceli benim mutlu olduklarımla belkide başkası mutlu olmaz her insanın hayata bakış açısıyla değişir mutluluk...

no pain no gain..

Benim Dostoyevski sevgimin saplantı olduğunu bilmeyen okuyucular, bu yorumlar karşısında ne kadar çıldırmış olabileceğimi tahmin etmişlerdir. Böyle zamanlarda içimdeki faşist çıkıyor ortaya. Benim gibi düşünmeyen değil de, düşünemeyenlere ölüm diyorum.

Bir vakit, aklıevvel bir arkadaşım "Ne yani, Dekart düşünmüse yok mu olucak, çok saçma" demişti. O zaman cinayet işlemedim ya, bu alıntıdaki yazılanları  gördükten sonra da işlemem.

12 Ekim 2010

Başıma bir iş gelmeyecekse futbolu sevmiyorum

Hidayet'in "Maddi manevi - lay lay" demeci çok konuşuldu. Şu bir gerçek ki bizi sevince boğan 12 dev adam aslında şampiyonayı kazanamadı. Yine de basket turnuvasını kazanamayanlara adam başı bir buçuk milyon dolar, güreş-halter-tenis turnuvasını kazananlaraysa "Baba" çifte standardını hazmetmeniz gerek: Siz de referandum zamanı ikinci olsaydınız siz de milyon dolar alırdınız.

Bununla birlikte şunu söylemeliyim, Dünya Kupası maçlarının hiçbirini canlı izlemedim. Şimdiye kadar hepsini izlemiştim, 7-9-12 gibi derecelerle neticelenmişti milli takımın macerası. Fena mı oldu izlemediğim... Bak ikinci olduk, totem tuttu.

Ama sonradan tatsızlık çıkacaksa şunu da araya katıştırmak istiyorum... Kankalarla PES oynamak, yalnızken Football Manager oynamak, bunlar ayrı. Ben futbolu sevmiyorum. Bu konuda son sözüm bu. 8 Ekim 2010 Almanya Türkiye maçını izlemedim mesela. Sabah twitter'dan öğrendim sonucu. Çok da umursamadım.

Bu durumdan şu sonuca vardım. RTE'nin propaganda malzemesi olmayı kabul edip milyonlara konsalar bile basket takımını izlemekten daha büyük keyif alıyordum. Kazanmalarını istemekten bahsetmiyorum; oyunu raconuna uygun biçimde oynamalarını da söylemiyorum. Oyunu seviyorum ben; kim basket oynarsa bakasım var sizin anlayacağınız...

Ama futbol için durum bu değil. Liverpool, Celtic, Livorno ve St. Pauli'ye saygımız sonsuz ama onlar da kusura bakmasın. Mal sporu futbol.

11 Ekim 2010

Batna cila

Şu belli ki, bugün seyretmekte olduğumuz iktidar mücadelesi aslında Cumhuriyet Projesi'nin kendi brujuvazisini yaratma organizasyonu ile, cumhuriyetten en şikayetçi olan Ümmetçi geleneğin yerleşmiş toplum yapısının mücadelesidir. Cumhuriyet yeni bir toplum ve yeni bir brujvazi getirmeyi hedefledi. Yerleşik düzen bırakın yenisini, "brujuva" denen Avrupa türü şehirli hayata kökten karşıydı. Bugün örgütlenen ümmet sermayesinin oluşturduğu yeşil brujuvazi hepimize büyük bir sosyal dönüşümü dikte ederken, bunu hissedemeyecek kadar tuzu kuru olanların demokrasi geliyor diye tef çalmalarına şaşmamak elde değil.

Kimseyi hiç bir şeyle suçlamayalım. Türkiye'deki sermaye çevrelerinin mücadelesi "Devler tepişiyor halk eziliyor" şeklide cereyan edebilir ama bu adamların sermayeyi kazanmak için ne "arzettiğine" de bakmak gerekmez mi?Mesela "Yeşil sermaye" güruhuyla ilişkisi yıllar önce dirsek temasından öteye geçmiş Evyap'ın, "Bir Türk Mucizesi" olarak ürettiği Arko krem, yıllardır bütün evlere girdi. Üç nesilin "Batna cila" diyerek evine aldığı bu kremle bir büyük sabun imparatorluğu kuruldu.

Sermayenin yeşili olur mu olmaz mı bilmem. Ama cayır cayır su toplamış ayağıma her akşam Arko krem sürerek rahatlamamın Türkiye'nin üniter yapısına zarar verme ihtimali varsa bile; "dış mihrakların ülkemiz üzerindeki kirli emellerini" tamamladıktan sonra Evyap sabun kullanmalarına razıyım. Ayağımı rahatlatan bu adamlar benden yıllardır hayır duası alıyorlar.

Özet geçiyorum: Allah bu kremi yapan adamdan razı olsun. İki dünyada mekanı cennet olsun.

Not: İşin "mamül" ayağı temiz olmasına temiz ama piyasa şartlarında bırakın Evyap'ı, Hacı Şakir bile temiz kalamaz. Nitekim kalmamıştır da... Sigortasız işçisi yoktur ama teşvik kıyakları mı, vergi muafiyetleri mi, rüşvetle örtbas edilen yönetmelik ihlalleri mi... Ne ararsan gırla. Ama kremine laf yok, kremi kral!

10 Ekim 2010

Bir bilgi çöplüğü olarak Internet

Sağlam admin ve yöneticileri olsa forumlar ne çok işe yarar... Türkçe edisyonu da İngilizce kadar iyi editöryel kadroya sahip olsa Vikipedi gazetelerin ansiklopedi promosyonlarını geçersiz kılabilir. Yeni nesil medyanın yeni trendi sosyal imleme ortamı olmaktan vazgeçip asıl varoluş nedeni olan bilgi ve fikir paylaşımı işine dönse ekşi sözlük bile ülkeye çağ atlatabilir.

Onun için, kendimizi kandırmaktan vazgeçelim. Daha önce de yazdım, bugün o çok beklediğimiz "Dünya dışı zeka sahibi yaşam formları" ile bağlantı kursak, bize ilk soracakları soru muhtemelen şu olur: Teknik kusurları bir yana bırakırsak hayli verimli çalışmaya aday mükemmel bir sınırsız bilgi paylaşma ortamı olan interneti neden yasaklar ve kısıtlarla boğup, kalan açık kısmının dörtte birini de pornografiye ayırdınız?

İnternet yeni nesil eğlence aracımız olmuşken, beni geçtiğimiz iki sene boyunca hayli eğlendiren ekşi sözlük klonu Hacettepe Sözlük'ün de, kimse kusura bakmasın, içler acısı durumunu gördükçe daha bir üzülüyorum. Mezun olduğum okulda okuduğu için bir çok ortak yönümün olması muhtemel insanlarla, artık yerleşmiş bir sözlük formatı içinde, belki tamamen eğlence odaklı olup akademik ya da entelektüel hiç bir yönlendirme olmadan, görüş alışverişinde bulunabildiğim şirin bir siteydi sözlük. Önceki gün 3 başlık açılmış sadece... Geçen gün hiç yeni ileti girilmemiş... Bugün de icraat 20 iletiyle sınırlı, haftasonu olduğu halde.

Bilgi çöplüğü haline getirdiğimiz yetmedi, bir de proje mezarlığı yaptık interneti, en çok ona üzülüyorum.

Not: Başka sözlük klonlarını araştırıyorum şimdi, beğendiğim olursa haber veririm.
Not2: Ozan, kötüsözlük'ü beğenmedim. N'apiyim yani :)
Not3: Hacettepe Sözlük'ü de hala bırakmış değilim. Ama eskisi kadar sık giremediğim de bir gerçek.

Çirkine öğütler

Öğüt o1 Güzellik ya da çirkinlik aslında kıyasa tabiidir, izaafi oldukları söylenir. Yine de orantılarsak, matematikleştirirsek; mecburen yarı yarıya ayrım yaşandığı iddia edilebilir. Bunun için gezegenin yarısının çirkin olduğunu unutma. Diğer yarısının güzel olduğu gerçeğini kafana takma

Öğüt o2 Çirkinlik de dereceye ayrılabilir. Her zaman senden daha çirkin insan bulabilirsin. Unutma! Çirkinliğini kafaya takmamak mantıklı görünüyor değil mi? Hayır, kendinizi kandırmayın! Sizden çirkinler sizi daha güzel kılmaz, onları daha çirkin kılar. Çirkinliğinizle barışık olmanız söz konusu değildir, sadece çirkinlikle yaşamayı öğrenmeniz gerek. Elinizi çabuk tutun ve fazla güzel insan beklentisi olmayan birisiyle evlenin. Yalnız ölmeyin.

Öğüt o3 Aynaya fazla bakma. Üzme kendini. Kendi görüntüsünü seyrek olarak gören çirkin insanların %45'inin iş verimi iki kat artıyormuş. Gerçi bu çalışma kalabalık olmayan bir denek grubuyla yapıldı. (Bir kişi, o da ben...) Yine de çalışma çalışmadır. (Dersen ki bir kişilik grubun nasıl yüzde kırkbeşi oluyor... Bir ben var bende benden içeri... onda da varsa bir başka ben, kafadan ettik mi üç kişi?!)

Öğüt o4 Güzel insanların arasında pek durmayın. İzaafi güzellik anlayışınızı ifraazata uğratır, can yakar, kalp kırar. Hem kıyaslama eşiğini de yükseltir. İnanmıyor musunuz? Bakın iki senedir millet "Ezeeeel" diye ölüyordu, üç bölümde bir "Sekiz" çıktı, millet Kenan'a  tuvalet fırçası muamelesi yapmaya başladı... Neden? Çünkü el elden üstündür! Genç kızların sevgilisi bir adam bile kendisinden daha yakışıklı birinin yanında çirkin görünüyorsa, sen ben demek ki Kıvanç'ın yanına gitsek "Köpeğinizin cinsi ne" diye soracaklar kanka...

Öğüt o5 Dergilerin güzelleşme makalelerine kanmayın, kozmetik önlemlere yönelmeyin. Sağlıklı bir vücudunuz varsa, kafa sağlığınız da yerindeyse; binaenaleyh tek derdiniz çirkinlikse yerim ben öyle derdi. Bin yılın soğu geliyor, seçim uzakta olduğu için kömür dağıtan yok! Milletin kıçı açıkta. Sen blog okuyorsun. Öküz!

Öğüt o6 The Good, the Bad and the Ugly izleyip kendinizi Tuco ile (filmin çirkini) özdeşleştirmeye çalışmayın. Eli Wallach o kadar da çirkin bir adam değil.

Öğüt o7 Bu satırların yazarı olarak benim de, muhtemelen okuyanların en az yarısından; gerçekçi bir yaklaşımda bulunursak tamamına yakınından daha çirkin olduğumu da unutmayın. Bak ben nasıl mutluyum hayatımdaühühühühühü

08 Ekim 2010

Netizen olmak ne zormuş

Bilmeyenlere kısa brifing verelim: İngilizce iki kelimenin, net ya da internet ile citizen (yurttaş) hibritleşmesiyle ortaya çıkan netizen tam olarak; internet ortamındaki varlığına, varoluşuna, internet kimliğine ve gerçek kimliğinin internetteki izdüşümünün tutarlılık arzetmesine önem gösteren kişidir. Yani kimdir netizen? Kendi adına Facebook sayfası olan, adını ya da işini temel aldığı, kolay hatırlanır bir e-mail adresi hatta internet sitesine sahip olan, mümkünse blog yazan ya da sosyal ağlara katılan kimsedir.

Ama netizenlere hizmet veren kuruluşlar sürekli değişen trendleri takip ederek değişime ayak uydurmazlarsa pazar paylarını kaybedip iflas etmek durumunda olan şirketler oldukları için, kimi zaman aynı amacın peşinde koşan milyonlarca insanı bir araya getiren netizen projelerinin dönüşüm geçirdiğini görmek kaçınılmaz oluyor.

12 sene önce günlük olayları tanımlayarak hayli değişik bir bilgi arşivi oluşturmak amacıyla hizmete giren ekşi sözlük bunlara iyi bir örnek. Büyük internet portallarının ziyaretçilerinin görüş ve düşüncelerini paylaşmları için kullanılan forumlar da kendiliğinden sitelere dönüştüler, bazı internet portallarında sadece forum yazılımı var! İşte, uluslar arası projelerle farklı üniversitelerde eğitim gören ya da çalışmalara katılan öğrencilerin haberleşmesi için kurulan Facebook'un hali...

Bağlamından çıkan son hizmet de twitter oldu. Ne kadar eleştirsek az, 140 karakterle SMS'ten ya da Wi-Fi/3G'den etkinlik güncellemesi yapabileceğiniz mikroblog servisi olarak işe başlayan twitter da değişmek zorunda kaldı ve embeded video oynatmadan link paylaşmaya, interneti öldüren "like" seçeneğine kadar (twitter'da onun adı ReTweet oldu... eskiden doğrudan RT yazarak kullandığımız seçeneği yazılıma entegre ettiler ama bu RT'nin bir nevi "Like" olduğunu değiştirmiyor) her şeyi eklediler twitter'a.

Asıl soru şu: Twitter'ın bunlara ihtiyacı var mıydı? Bence hayır.

Bu seçenekleri zaten sunan 923492 tane site varken; insanlar bir farklılık aradığı için twitter'a girmeye başlamıştı. Popülerliğinin artmasıyla, zamanla twitter'ın sunduğu mikrobloging hizmetine gereksinim duymayanlar da sisteme üye oldu. Sayıları giderek artınca, twitter yönetimi üye çoğunluğunun isteklerine kayıtsız kalamadı ve sistemi baştan ayağı yeniledi.

Twitter'ı yenileyerek kötü bir Facebook, işlevsiz bir StumbleUpon, hantal bir FriendFeed haline getirenler de yeni çağın dahileri olarak tanımlanmıyor mu, illet oluyorum illet!

06 Ekim 2010

Oğlanla kız

o Bu en iyisi mi; yapabileceklerin bu kadar mı benim için?
^ Asla emin olamıyorsun değil mi hayatı hak ettiğine... Asla rahat yüzü göstermeyeceksin kendine! Her zaman daha iyisi olabileceğini, daha mükemmelini yapabileceğini düşünüyorsun. Benden de bunu beklemen herkesten önce kendine haksızlık değil mi?
o Hak yok, hukuk yok bizim aramızda. Fedakarlık var belki ama şu anın duygularıyla yetinebileceğini sanan sadece sensin, ben değil. Beniyse geçmişin hayaletleri ve geleceğin belirsizlikleri kovalıyor.
^ Oysa ben ölüme gidiyorum değil mi? Geleceğinde yer almam şüpheli. Sağ kalsam bile senin gözünde öleceğim. Gideceğim, ve döndüğümde sen olmayacaksın.
o Neden bizim de eski zaman aşıkları gibi sevişebileceğimizi sanıyorsun, sana bunu düşündüren ne? İnsanlar babalarından çok zamanlarına benzer, biz de bu zamanın aşıklarıyız. Seni en popüler biçimde seviyorum; twitter mesajlarıyla, SMS'lerle, Facebook'ta fotoğraf paylaşmakla; senin yerine kredi kartını ödeyip faiz işletmemekle, festivale bilet almak için simit ayrana talim ettiğimiz bir haftasonu gününde, ardına kadar açık camın önünde birbirimizi okşayıp sevişmekle... Seni bunlarla seviyorum.
^ Ama ben, bunların hepsini sevdiğim halde, seni sevmek için bunları aracı olarak kullanmaya, bunlara bahane olarak ileri sürmeye ihtiyaç duymadığım için birden silinebilir, üstü çizilebilir, unutulabilir oluyorum.
o Bu değil, seninle benim aramdaki ilişki silmek, üst çizmek ve unutmakla ifade edilemez. Ama biz aynı cephede savaşacak askerler de değiliz ne yazık ki...
^ Beni cepheden cepheye salman neden öyleyse... Hangi cepheye aidim ben. Atletik değilim, girişken değilim, romantik değilim, zeki değilim, hazır cevap değilim, buyurgan ya da yaratıcı da değilim. Beni yanında neden tutuyorsun başında beri. Sırf aşığım diye mi?
o Bana iftira atma! Belki ben de aşığımdır sana!
^ Seven sevdiğini gönderir mi hiç. Git der mi gitmesini istese bile. Onu kendi teninden mahrum bırakır mı, kalmak istiyorsa sevdiği.
o Git, seni sevdiğim için git. Tenimi unut, sana aşık olduğum için. Beni isteme, benim yanımda kalma, çünkü beni bunların hepsinden daha çok sevdiğini biliyorum.
^ Ne olmamızdan korkuyorsun da kovuyorsun beni?
o Birbirimize alışmamızdan!
^ ...

Süsten azade olmalıyız, belki kestane şekeri gibi

Çok söyledim, bir kez daha söylemekten çekinmem.

Toplumsal kabul görmüş "Yazarlık" mecralarını kullanarak yazmak isteseydim onu da yapardım. Yaptım da zaten. Sadece ağzımın tadı bozuldu. Bu konuda neler hissettiğimi daha önce kaleme almıştım. Tekrar etmeyi gereksiz görüyorum.

Hayatımın süsten ve cakadan azade olmasını sağladığım gibi (örneğin inatla rahmetli babamın hatırası 94 model Toyota'yı kullanmaya devam etmem gibi... Reklamı ters çevirerek söyleyelim, "...benim toyota'm babam gibi araba!") blog'un da süsten ve cakadan kurtulması gerekiyordu. Kararı verdim, tasarımı sildim, sadece yazılar var. Şablonlar tablolar, köşeler menüler yok... Bir çok eğlenceli blog, mikroblog ce tumbleblog okuduktan sonra, yeni Blogger araçlarının bizim emektarı da adam edebileceğini fark etmemle, tüm bu blog ıvır zıvırını kaldırdım.

"İhtiyaç fazlası haramdır" diyen ayet gibi (1), gereksiz parçaları atıp kurtardım hayatımı. 4 milyarlık masrafla balkonu yok etmek yerine, evin temellerini sağlam bırakmak şartıyla, bütün duvarları yıktım. 1000 yıllın en soğuk kışı olacakmış. Ne gam, askerde olacağım ben... Üşürseniz inşaat artığı molozu yakıp ısınırsınız...

Hem bu resimdeki kestane şekeri, güzelce paketlenmemiş olsa bile, ağzınızı daha mı az sulandırıyor yani?


Notlar
1. Bakara Suresi, 219; "... Sana neyi infak edeceğini soranlara; helal kazancın kendine ve bakacaklarına yeten kısmından artan kalanı, diye cevap ver." Söz konusu ayeti İhsan Eliaçık kendi blogundaki yazısında tefsir etmeye çalışmıştır, referansım orasıdır.

01 Ekim 2010

Korku Cumhuriyeti'nde yeni bir gün

Baskının her türlüsü kötüdür gibi bir önermeyi temellendirmeye uğraşmakla vakit kaybedecek kadar saf değilim. Sloganlarla konuşmanın aksayan taraflarını yıllardır yazıyorum. Yine de şu var, bir baskı aracı olarak sansür ve yasaklama, amacına ulaşan değil; aksine karşıtlık yaratan, etkin olmaktan uzak bir yöntem. Sadece bazı bireylere belli bazı eylemlerden el çektirebiliyorsunuz ama asla hiç bir şeyin yapılmasının önüne bütün bütün geçemiyorsunuz, sansürü kullanarak...

Dün Vimeo.com da kapanınca, uzun bir süredir sansür üzerine bir şeyler yazmamış olduğumu fark ettim. Kanıksadığımdan mı yoksa Google Public DNS sayesinde mi oldu bilmiyorum. Ama şunu çok iyi biliyorum; iktidarın dünya görüşüne eklemlenmek isteyen bürokratların da "Yasanın etrafından dolaşarız" dediği, bürokrata gelene kadar Başbakan'ın kendisinin "Ben yasaklı sitelere giriyorum, siz de girin!" dediği bir ortamda, internet sansürünü engellemek için yasal olan DNS gibi seçeneklere yönelmenin "Olağan" karşılanması, Korku İmparatorluğu'nun (pardon, yeni anayasayla demokrasimiz pekişmişti sahi... Korku Cumhuriyeti'nin) çoktan muktedir olduğunu ilan ettiğini ispatladı bana...

Baksanıza, güçleri daha Fırat Haber Ajansı'nı kapamaya yetmiyor, ama Şırnak'ta "Terörü bitireceğiz" diyorlar... Vimeo kapatarak bitirecekler herhalde... (Allahım ben de yaptım... Yılmaz Özdil gibi, konuyu bağlamından çıkararak, alakasız konular aracılığıyla iktidarı eleştirdim... Hürriyet'te bir köşe de bana ehuaehuaheua)

30 Eylül 2010

Türkiye Smiley Partisi

Tüzük o1: Türkiye'de genel geçer siyaset yapma üslubunun dışına çıkıp evrensel barış ve kardeşlik argümanlarını benimseyerek siyaset yapılabileceğini sananlara "Smiley" denir.

Tüzük o2: Smiley'lerin ortak özellikleri; hemen her şeye iyimser bir perspektiften bakmaları, daimi tebessümleri, kötülüklerin arkasında bile iyilik aramaları, ayrıca çok güzel "Liseli kızların spor çantalarının arkasına yapıştırdığı etiket/metal rozet olma" yatkınlıklarıdır.

Tüzük o3: Türkiye'de gülene "Karı gibi gülme lan" denir. Ağlayana da zaten "Erkek adam ağlar mı" denir. Demek ki Türkiye'de erkekler hislerini gösteremezler. Hissizdirler. Sokayım Türkiye'deki erkeklere.

Tüzük o4: Türkiye'deki erkeklerin çoğu basbayağı askere gitme hususuna "Yussuf yussuf" çekseler de, nedense hepsi sanki tek korkan benmişim gibi davranmaktadır. (İpnesiniz lan!)

Tüzük 05: İyimserliğin ve vurdumduymazlığın şampiyonu olan Smiley aslında en büyük evrensel barış simgesidir ve özellikle de Latin Alfabesi kullanan ülkelerde hızla günlük dile karışan internet/yazışma kültürünün etkisiyle varlığını hisstermekte ve gücünü arttırmaktadır. Smiley'ler birleşse tek başına iktidar olur olmasına ama sorun çözmeye falan da yanaşmaz hergeleler.

Tüzük o6: İş bu tüzük, parti kurulamadığı anda kendi kendisini imha edecektir.

Oğlanla kız

- Haksızlık bu, senin beni sevdiğini söylemen haksızlık!
- Neden haksızlık olsun? Sen de beni sevmiyor musun?
- Ama iş sevmek olduğunda sen arsızsın! Çok seviyorsun sen, her şeyi, herkesi seviyorsun. Sevginin bu kadarı mümkün değil, samimiyetsiz!
- Beni samimiyetsiz olmakla mı suçluyorsun yani? Gerçekten sevmiyor muyum seni?
- Sen sevgi denen duyguyu diğer duygularından ayıramıyorsun belki de... Herhangi bir duygu senin için sevgi oluyor.
- Ama neden öyle olsun. Gerçekten seviyor, sevmeyi istiyor olamaz mıyım? Ya da seni de seviyor olmam çok mu imkansız?
- Öyle değil. Hayatına baksana: Seni seven bir ailen, arkadaşların, akrabaların var... Sana hayran olan yüzlerce insan var, komşuların bile seviyor seni. Hele köpeklerin! Nefret ediyorum o köpeklerin bile seni sevmesinden. Onlar köpek, sadece sadakati bilmeleri gerek ama seni seviyorlar! Haksızlık bu, çünkü ben hayatımda bu kadar sevgiyi hiç görmedim. Buna rağmen seni seviyorum! Şimdi sen beni sevdiğini söyleyince kendimi nasıl hissetmeliyim, sevgiye doymuş birinin beni sevmesine nasıl sevineyim?
- Tamamen yanılıyorsun. Ailem, arkadaşlarım, köpeklerim... Hepsi beni seviyor, ben de onları seviyorum. Ama sen... Sen beni sevmesen de ben seni seviyorum. Çünkü o kadar gereksiz ve vıcık vıcık olmuş sevginin içinde, ben aslında seni sevmeye muhtacım. Sevgiye açlığım hiç bitmediği için herkesi ve her şeyi sevdim ama yine de doymadım. Oysa bir tek seni sevmek tatmin ediyor beni.
- ...
- Buna rağmen çekip gidecek ve beni sevsen bile sevgimi kabul etmeyeceksen sen bilirsin.
- Saçma bu, söylediklerin gerçek olamaz. Bunlar da samimiyetsiz. Sadece güzel konuşuyorsun ama samimiyeti hissettirmiyorsun.
- Olabilir, belki de haklısındır. Belki ben sevgi arsızıyımdır, belki sevgi şımarığıyımdır. Yine de bütün bütün samimiyetsiz olduğumu göstermez ki bu?
- Sen... Sen hayatta her şeyi bırakıp gittin. Hiç bir işte 4 aydan uzun çalışmadın. İlk zorlukla karşılaştığında hobilerine bile sırt çevirdin. Sanatından, müziğinden ve yazarlığından da vazgeçtin, sırf tatmin olamıyorsun diye. Benden de vazgeçmeyeceğini nereden bileceğim.
- Bilemeyeceksin. Ve bana hiç bir zaman güvenemeyeceksin.
- Bu şartlar altında seninle nasıl beraber olurum.
- Ama bu şartlar herkes için geçerli, sadece benim için değil. Herkes daima yanında olup seni seveceğini taahüt ederek bir ilişkiye başlar. Oysa çoğu zaman, konu sevmek olduğunda, herkes kolay kolay sevgisine sahip çıktığını geçmiş tecrübeleriyle ispatlayamaz. Eski sevgilerden referans bulamaz kendisine... Ama benim öyle güçlü bir sevgi geçmişim var ki, bana güvenmiyorsan bile ona güvenmelisin.
- Bırakıp gitmemene, sevmekten vazgeçmemene yeterli midir daha önce sevdiklerin?
- Değildir. Ama başka kim sana bu kadar çok sevgi vaat edip, "Sevdiklerim seveceklerimin teminatıdır" diyebilir.
- ...
- Yine de gidiyorsan, durma. Çünkü kararsızlığın sevgimi değil ama hayranlığımı azaltıyor sana.

Not: Devamı gelebilir...

28 Eylül 2010

Yazmanın engellenmesi üzerine 5 aksiyom

Aksiyom o1: Defalarca yazdım, işin ilmine haiz olduğum halde yeni medyayla * aram iyi değil. Web 2.0'ın bilgi çöplüğünde interneti eğlence amaçlı kullanarak kendi en büyük icadımıza haksızlık ediyoruz. Ama yine de yazmadan duramadığım ve yazacak başka mecra bulamadığım için blog yazmaya devam ediyorum.

Aksiyom o2: İyi bir yazar, ister istemez yazacaktır. Yazma dürtüsünün önüne geçilemez. Durdurulamayan bu ihtiyacın dizginlenmesi ve dingin hale getirilmesi kimi zaman zorunluluktur. Bir insan, çoğu zaman saçma sapan şeyler düşünür. Bu da yetmezmiş gibi çoğu insan da iyi yazamaz. Onun için yazılanlar olması gerekenden de saçma olabilmektedir.

Aksiyom o3: Ben iyi bir yazarım! Bakın, eli kalem tutan olmakla ekmeğini kalemden kazanan arasında bir fark vardır elbet. Ama ekmeği kalemden gelmiyor diye, benim para kazanan bir yazardan daha az yazar olduğum söylenemez. Daha kötü olduğum da... Yiğit Bulut ne kadar gazeteciyse o kadar gazeteciyim, İclal Aydın ne kadar edebiyatçıysa o kadar edebiyatçıyım. Hatta düşünüyorum da, Yiğit de İclal de benim götümü yesin.

Aksiyom o4: Yazmamın önüne geçilemeyeğine göre, yazdıklarımın önünü ben almalıyım. Yoksa saçma sapan yazabilirim. Bugüne kadar saçmalamamış olmam rastlantı eseridir.

Aksiyom o5: Yazıya başlatan ruh halinin içine sıçma konusunda uzman olan kişiye "Anne" denir. "Anne" kişisinin sizden gün içinde isteyebileceği şeylerin listesini bir kağıda okunaklı biçimde yazarak çalışma odanızın duvarına asarsanız kritik durumlarda rahat edersiniz. Yine de "Anne"nin öğlen saatinde odanıza gelip "İdris ustaya gidip shingle'ları soralım, camcılara gidelim çerçeve bakalım, bankayı ara kartına şifre al, yok en iyisi şehre gidelim de hem saçını da keseceksin ya zaten" diye vık vıklayarak bütün "Mood"u sikmesi sık raslanan bir durumdur.

20 Eylül 2010

Senin tribin kime, Hürriyet? *** SON DAKIKA


Haber metninde niye doğru yazdın da başlığı sıçtın, ey editör? (kaynak: http://bit.ly/9WyvXk)

SON DAKİKA: Az önce düzelttiler, yanlış hali sadece bende var :)
*
*   *




EK: Al bir de twitter sıçızlaması (kaynak: http://twitter.com/Hurriyet/status/25042714309 )

19 Eylül 2010

Liberalcilik heveslileri yalan söylerken susmayı kabullenemem!

Biliyorsunuz, her ay bir kere yazmaktan vazgeçtiğimi söylüyorum. En son 2-3 gün önce söyledim. Böyle hissettirenler utansın, ama utanmıyorlar ki... Ama haklı olduğum taraflar yok değil. Başıma hep bir şey geldi. Hapislerde çürümedim gerçi ama sağduyunun sesini duymak isteyenler davullu zurnalı eğlencelerle sesimizi bastırırken, gerçek YAVŞAKLIĞI yerinde görüp yaşamanın haklı "gururunu" tebessümle kabul ettim ben de.

Kalem ehlinin ekmeğini kalemden kazanması, riyakar ve sermaye-muhibi bir entelijansiyanın olduğu ülkemizde, sadece fantezidir. Arabeskin YAVŞAK olduğunu söyleyen Fazıl Say, aslında fantastik medyanın YAVŞAKLIĞINI dile getirmeye çalıştı herhalde. Zira kalıbımı basarım, evrendeki bütün yavşaklar dile gelseler ve kendilerine "Plaza köşecilerinin herhangi birinin kafasında bite dönüşmek ister misiniz?" diye sorulsa kusup küfür ederlerdi!

Bana bu satırları yazdıran son plaza kahramanı da Emre Aköz oldu. Daha önce genç hanımının Türkçe yerine Uydurukça adında olduğunu tahmin ettiğim bir lisan kullandığı muhteşem RADİKALLİKTEKİ yazılarını da sizlerle paylaşmıştım. Bir patron gazetesinden başka patron gazetesine salvo / selam, şahane hayatlar süren bu insanların, sırf hakim siyaset anlayışına eklemlenmek istedikleri için bile eleştirilmeleri gerektiği aşikar. Ancak aymazlık olarak kabul edilemeyecek bir yalan neşriyata dahil olmak, Emre beyefediyi mahkemelerde değilse bile en azından tarih önünde suçlu konumuna düşürecektir.

Emre Aköz, Sabah'taki yazısında LeMan yazarlarını Silahlı Kuvvetler'e yalakalık yapmakla suçlamaktan geri durmamış . Kendi "düzeyli" üslubuyla aynen şöyle demiş Aköz: "Leman dergisini çıkartan kadronun çoğunluğu, sol maskeli Kemalistlerden oluşur... Orduya yaltaklanıp dururlar. Bunlar asker civelekleridir. İsteyen bu Osmanlı terimini, 'pon pon oğlanlar' diye çevirebilir."

Söz konusu yazıda yaratıcılıktan anlamamakla suçladığı çizerleri eleştirirken kullandığı "pon pon oğlan" tabirini anlamayanlar için, LeMan dergisinin, Aköz'ün yazısına da konu olan ilgili tarihli kapağına bakmak yeterlidir aslında. Kendisine "pon pon kız" yakıştırması yapılan Aköz, "akıllara durgunluk veren bir yaratıcılıkla" LeMancıları "pon pon oğlan" diyerek eleştiriyor.

Gerçi Aköz'ün suçlamasındaki "sol maskeli Kemalist" ifadesi de yazarın iktidara ne kadar "cilve" yaptığının gösteren bir kanıttır. Ama kendisiyle ilgili psikopatalojik analizi yapma işini uzmanına bırakıyorum. Benim diplomalarım henüz o konuya yetmiyor...

Yazıyı görür görmez, blog'a veda ettiğimi düşündüğüm için, öncelikle Facebook'ta bir iki kelime etmiştim... Aköz'ün yazısını paylaşarak yayınladığım yorumda kullandığım ifadeleri aynen blog'da da tekrar etmezsem riyakarlık yapmış olurum. Buyurun alıntılayalım:


80 darbesiyle ilgili tonla kapak çizmiş, daha kimse şoku atlatıp üstüne gidemezken son e-Muhtıra'yla bile kapaktan dalga geçmiş, kurucuları cuntanın işkence labaratuvarlarından, okuyucuları (LiMon zamanında) 90'larda karakollardan geçmiş, henüz "Müslüman" geçinenler Filistin'de olanların farkında değilken "Filistin Özel" sayısı çıkararak iktidar şakşakçılarına 10 sene önce ders vermiş saygıdeğer Leman dergisi yazarları, çizerleri ve okurları hakkında en ufak bilgisi olmadan camlı plaza ofisinden memleketin akıl küpü olduğu izlenimi yaratmaya çalışan Emre Aköz'ü zaten ciddiye almıyorduk da, artık kendisine hepten gıcığız, haberi olsun!
Leman almanın "kabahat" sayıldığı günlerde, dergiyi gazetenin (tercihen Hürriyet) içine saklayarak eve dönebildiğim günlerden sonra, Emre ağabeyin çok beğendiğini sandığım gerçek bir demokrasi ortamına kavuşmamızda emeği en çok geçenler olarak belki de Tuncay Akgün, Mehmet Çağçağ gibi Leman'ı yaşatmaya çalışan özverili insanlar var. Emre Aköz yaşını başını almış bir insan olarak "Yediği çanağa pislememesi" gerektiğini öğrenememişse hata etmiş. Ama bugün daha hoşgörülü bir ülke olmayı başardığımızı iddia etme seviyesinde olanlar söze önce besmeleyle sonra da "Leman" ile devam etmek zorunda. Ama biz Emre Aköz'den bu gerçeği kabullenmesini beklemiyoruz, çünkü Leman şimdiye kadar hiç, iflasın eşiğindeki devlet bankasından çekilen yarım milyar dolarlık krediyle Başbakan'ın "yakınlarına" peşkeş çekilmemişti... Kendisi sadece o tür bir "Medya" organına alışık olduğu için okurları ve yazar/çizerlerinin özverisiyle ayakta kalan bir derginin varlığı kendisinin idrak yeteneğinin hayli dışında kalıyor.


Haber sitelerini okurken yeniHarman'ın blog sayfasında da Tuncay Akgün imzalı ve Taraf gazetesine cevapmış gibi görünen bir mesaja denk gelince, iktidarın fikri değilse bile siyasi gücünü aldığı kanadın hızla LeMan'a taaruza başladığını anlamak zor olmadı. Aslında bu durumun açıkça farkındaydım ama bu kadar alenen yalan söyleyerek, isimler zikrederek ve son yılların popüler tabiriyle "Dezenformasyon" yaparak okurları manipüle etme gayretine cürret edilebileciğini hiç düşünmemiştim.

Ne diyeceğimi bilmiyorum. Yukarıda kendimden alıntıladığım satırlarda yazarlar Emre Aköz için olduğu kadar, sanırım Taraf için de geçerli. Sanırım sürekli "Batıyoruz" propogandası yapan Taraf'ın ayakta kalmak için okurlara kuponla Alkim kitaplarından dağıttığı satış arttırmaya yönelik kampanyaların yeterli olduğu sonucuna varmamız gerekiyor. Çünkü senelerdir "Batıyoruz" çığırtkanlığıyla piyasanın en pahalı bir kaç gazetesinden birini çıkarmaya devam eden Taraf'ın, zarar ettiği mağazasına "Kapatıyoruz" afişi astıktan sonra kara geçince açtığı diğer dört mağazaya da "Kapatıyoruz" adını veren ve zengin olan kurnaz mı kurnaz  işadamın Mehmet Koçoğlu'ndan farkı olmadığını düşünmeye başlayacağız. (Tesadüftür gerçi ama aslen Rizeli olan Koçoğlu, bir yerde Başbakan'ın da hemşehirisi...)

18 Eylül 2010

Bu blogu RSS'den silin!

Bazı kararlar aldım. Sık sık yaptığım bir şey. Gel git akıllı olduğumdan zırt pırt fikir değiştiririm. "Not defterine gerek yok, not edilecek kadar önemliyse zaten unutmazsın" veczine sadığım. Yani defter de hak getire... Aklıma gelenleri derli toplu yazmak gibi bir alışkanlık yok. Karne notu buradan zayıf. O yüzden sürekli fikir değiştiriyorum.

Miniblog, tumble falan değişik hadiseler ama... Yani Oray Eğin bile life style yazmaya karar verdi. Gerçi ben de referandumdan, ama EVET sonucundan değil de referandumun kendisinden, biraz bir sersemlik yaşıyorum. Oy veren koyunlar... Oy vermek... Oy sandığı... Ama sonucu beğenmediği için memleket değiştiren yazarla ortak noktam da olsun istemiyorum. Life-Style, kurtuldun benden.

Benim tadımı kaçıran Akil Adamlar oldu, ki bu konuda ısrar da etseniz bir daha kalem oynatmam. Tek bir cümle: Kürt ayrımcılığını çözmek, Yugoslavya'yı bölme projesinin teorisyenlerine kaldıysa, bizdeki meczupların hepsi bayram edebilir demektir; çünkü bu ülke bitmiştir!

Hepinize sevgiler, sevgi kelebekleri. Yokluğumda doğayı koruyun, askerden gelene kadar gün sayın!

14 Eylül 2010

Tabloları okumak

Yeni ve eskisine göre çok daha demokratik bir anayasaya sahibiz ya artık... Hani özgürlükler konusunda akıl almaz bir yol kat ettik ya birden yüzde 58'le... Diyelim ki bu muhteşem "Demokrasi zaferini" (!!!) kutlamak için Başbakan'ın yaptığı konuşmayı izlediniz, kamerayla kaydettiniz. Sizin kadar şanslı olmayan azınlıkla paylaşmak için de internete yüklemek istiyorsunuz.

Yükleyebiliyor musunuz? Hayır! Neden? Çünkü yasak! Kim yasakladı? Özgürlükçünün daniskası hükümet!

Referandumun sendikal hakları arttırdığını iddia ediyorlardı EVET kampanyası yürütenler. Onlara bir mesajımız var. Biraz dolaylı ve "köşeli" bir mesaj. Çokça "Tablo okuma beceresi" istiyor, hani cemaatin çaldığı KPSS soruları arasında önemli bir yekün teşkil eden beceri sorularından...


Kanada'da yapılan bir sosyolojik çalışma, son 15 yılın verilerini izleyerek gelecek 5 yıla ait bazı tahminlerde bulunuyor. Buna göre işgücüne dahil olanlar içinde lise ve daha az eğitime sahip olanların oranı azalırken, yüksek okul ya da üniversite eğitimi almış olanların oranı artıyor. Bununla beraber işe alınmak için lise eğitiminin yeterli görüldüğü yeni istihdam alanları artarken, en azından üniversite mezunlarının başvurabileceği işler neredeyse yarı yarıya azalıyor.

Dünya ekonomisi kendine niteliksiz ve eğitimsiz, gönüllü köleler yaratarak işgücü ihtiyacını kapatmayı başarmanın bir yolunu buldukça, eğitim alanların oranı artsa bile istihdam açısından bir avantaj görülemeyeceği için eğitime talebin azalması beklenebilir bir sonuç. "Lise mezunu olmak yetiyorsa ne diye okumaya o kadar para dökeyim" diye düşünen onbinler, hayatını devam ettirebilmek için bir iş bulmak umuduyla eğitimden ve akademik gelişimden geri kalıyor.

Hatırlıyorum, Başbakan "Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir zorunluluk yok" demişti. İstihdam yaratma sorumluluğunu omuzlarında taşıyan hükümetin başı, topu "İş beğenmeyen" üniversitelere atmıştı. "Üniversiteliyim diye burnunuzu oraya buraya sokmayın" demeye getirmişti bir yerde...

Bunlara ek olarak, üniversite personeli olarak çalışanları da içine alan ve 50/d olarak bilinen statü de özellikle araştırma görevlisi kadrolarındakileri canından bezdirmiş durumda. Ancak hükümetimiz giderek daha çok "Haddinizi bilin" mesajı göndermeye devam ediyor. Yani çalışma yaşamında giderek koşullar ağırlaşırken, ağırlaşmanın önünde hız kesme değil de yapılan kıyımı arttırma rolünü oynuyor hükumetler. Sadece bizimkisi değil, bütün hükumetler bunu yapıyor gerçi. Ama sadece bizim hükumetimiz bunu yaparken tam aksini yaptığını iddia edebiliyor. Ve sadece bizim seçmenimiz bu aleni yalana inanıyor. Üniversite asistanlarına sendika yok, ama cemaatin şişirdiği üniversitelerdeki asistanlar ısrarla EVET-perverlik yapıyor.

Ne diyelim... Demokrasi bayramınız mübarek olsun...

12 Eylül 2010

Kabul edilen AKP anayasası değil ABD anayasasıdır

ABD'de Cumhuriyetçiler sağcıyken, bizde Cumhuriyetçi partinin solcu olduğunu iddia etmesine kim inanır? Barrack Obama! (O esprideki tandansı yakalayamadım ama idare edin artık)

AKP sempatizanı olduğunu bildiğim bazı arkadaşlarıma ve tandığım insanlara söylediğim şey, anayasa yapımının politize olmaması gerektiğiydi. Nitekim arkadaşlarıma söylediğim "AKP'ye oy vermekle referandumda evet demek arasında ciddi bir odak farkı var. Söz konusu metin ABD dayatmasıdır, AKP'nin tasarrufuyla yapılmamıştır" dedim.

Bunu söyledikçe sanki iktidar sahiplerine sövmüşüm gibi kızdılar bana. İleri karakol Türkiye'de, Beyaz Saray'ın onayı olmadan yellenmenin bile mümkün olmadığını düşünecek kadar safsanız eğer, asıl kızılması gereken sizsiniz demektir, ben değil...

Nitekim, Başbakan sonuç konuşmasında "Okyanus ötesi" dedi diye herkes "Cemaat, Fettullah Hoca" yakıştırması yaptı ama işin kokusu şu haberle çıktı: Obama'dan Erdoğan'a tebrik mesajı.

Seçim, genelinden yereline farketmez, söz konusu olsa bu tebrik mesajını anlarım. Ancak Obama'nın bu mesajının arkasında "Evet çıkmasaydı görürdünüz siz" anlamını aramak için kötü niyetli olmaya gerek yok.

Kısaca, sırf bu yüzden bile BOYKOT edilmeliydi ya bu referandum... HAYIR deseydiniz bile apışıp kalacaktı Coni'lerin beyin takımı. Hoş, Coni'lerin basket takımı da acımadı ya bize finalde, referandumda sokmuşlar çok mu?

11 Eylül 2010

Referandum öncesi monologlar


Şu saate kadar saçmaladıklarım:

  • Referandum iyi de çevresi kötü.
  • Partilerin "Hayır'lı olsun" ya da "Bir oy'un var" biçiminde kampanya yürütmesi; Fotomaç türü manşet kültürünün siyaset arenasında da egemen olduğunun kanıtı. Böyle yozlaşmış bir ortamda sandıktan oy yerine yılan çıksa ne işe yarar?!
  • "Bir laik hayır diyorsa o belki demektir. Belki diyorsa evet demektir. Evet diyorsa artık türbana girme vakti gelmiş demektir" - Başbakan son mitinginde wishfull thinking yaparken.
  • Aktif siyaset yaparken iyiydi de, referandum gibi siyaset kurumuna nazaran daha "meta-dil" olmuş bir kurum Kemal Kılıçdaroğlu'nda eğreti durdu.
  • Önce YÖK, sonra TSK son olarak da ÖSYM'nin itibarı düştü. Bu referandum vesilesiyle YSK'nın da bir skandal patlatıp siyasete kurumuna "ajite" olması an meselesidir gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?
  • Ben sana anayasa yap demiyorum, yine yap ama hobi olarak yap!
  • Nefesler tutuldu herkes yarın akşam 6'dan itibaren TV'de açıklanacak sonuçları bekliyor... Buna rağmen halkı en çok heyecana sevk eden haberin "Haluk Bilginer ve Kıvanç Tatlıtuğ Ezel'e geçti" olduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım.
  • Ben anayasa yapımından anlamadığımı söyledikten ve oy kullanmamamı bu konudaki yetersizliğimle açıkladıktan sonra, okuma yazma bilmeyen yaşlı teyzelerin koşa koşa sandığa gittiğini görünce "Halkın iradesini hazmedemeyen elitist" damgası yiyorum ya... Gel de inci sözlük'te küfretme buna!!!
  • Oy pusulasının üzerinde sadece EVET ve HAYIR yazacak... Bu yüzden pusulaya vuracağınız damganın üstünde de EVET yazmıyor olması gerek. Sandığa gittiğinizde üzerinde TERCİH yazan damgayı isteyin, yoksa oy kullanmayın. Evet oyu verecek olsanız bile yapın bunu. (Çünkü müşteri her zaman haklıdır...)
  • Referandum arifesinin seçme twitleri: (Penguen'de Muşmula köşesini yazan Faruk Kaya) Musmulapenguen: Bu akşam sabahlayıp çalışıcam, daha önce çıkmış sorular ve referandum notlarına ihtiyacım var // Denizkestane: @musmulapenguen yök el atlından çıkan referandum sorularını dağıtıyormuş

Ayranı yok içmeye, en pahalı faturayla girer internete


Yukarıdaki resimde, 1MBit/saniyelik veri iletim hızına sahip birim internet erişimi aboneliği için kullanıcılardan talep edilen fiyatlar gösteriliyor.

Hesabı şöyle yapalım. Japonya 61MBit/s'lik internet için, Mbit başına $0,27, yani 27 sent para talep ediyor. Toplam ücret 61*,27=$16,47. Kısaca Türkiye'deki en hızlı bağlantıdan 7 kat daha hızlı internet erişimine aylık sadece 23-24 lira para ödeniyor Japonya'da...

Finlandiya'da rakam 22Mbit için toplam yaklaşık 100 lira. İstenen toplam ücretin Türkiye'den yaklaşın %10 daha pahalı olduğu doğru ancak verilen hizmet 4 kat daha hızlı.

Televizyonlarda "Avrupa'dan da ucuza, 3liraya 1Mbit internet" reklamlarındaki "Adil kullanım kotası" gibi saçmalıklarla karşılaştırılınca, hiç bir açık ya da örtük kotası olmayan Japon interneti, yedi kat daha hızlı olduğu halde üçte biri fiyatına oluyorsa... Ben buna başka hiç bir şey eklemek istemiyorum...

10 Eylül 2010

Dünyayı ve insanları hiç sevmiyorum

Yeni nesil medya manyaklığının ne kadar berbat bir şey olduğunu 3-4 aylık internetsizlik dönemimde unutmuşum. Bu yeni nesil medyanın başarmayı hedeflediği şey insanları sürekli etraflarındakiler iletişim halinde tutmak… Oysa insan sürekli hayatındaki insanlarla iletişim halinde olamaz. Yoksa iş yapmak için kendisine ayıracağı zamanı kalmaz lan! İş giderek Wall-E’deki hale gelebilir yani.

Daha önce huzuru twit/face/feed üçlüsünü hayatımdan çıkarmakta bulduğumu söylemiştim. Şimdi bu üçlüye haftanın belli günleri kontrol ettiğim e-posta’larım haricinde kalan her şeyi ekliyorum. Sadece IM yazılımlarından bahsetmiyorum. Wikilerden bloglara, sözlüklerden forumlara kadar her şeyi. Hatta şunu da ekleyeyim, hayatımdan çıkardıklarım arasına telefonu bile eklemek üzereyim. O kadar olur yani.

Bilgisayarı sadece mail göndermek için kullanma amacıyla sınırlamak gibi bir niyetim var. Evde zaten internet erişimim mortingenstraße olduğu için zorlanmayacağımı sanıyorum. Blog yazmayı bırakmıyorum, çünkü yazmadan duramam ben ve okunmaya ihtiyacım var. Ancak şununla da yüzleşelim. Ömer ve arada sırada Emre hariç blogu okuyan yok! Olur da birileri okursa diye samimi olduğu kadar mesafeli bir dil de kullandım hep ama nereye kadar kanka? Sorarım sana, nereye kadar?

Starcraft (her ikisi de elbette) haricinde hiçbir gerekçeyle bilgisayarı açmam gerekmediği için (Ömer geldiğinde Tekken/SF/PES oynamak isteyebilirim ama onun için de PS3 alırız, nedir ki yani…) zaten Bill Gates ile de ilişkimi minimuma indirmek ve bu vesileyle yüzde yüz Ubuntu’ya geçmek için can atıyorum. Daha önce eski bilgisayarlarıma Puppy Linux ile can vermiştim. Asker dönüşü almak istediğim güçlü sistemde SC2 oynamak için belki W7 tutarım ama şu anda çoktan leptapımda Ubuntu var.

Evet, herkese aynı temizlikten geçmeyi tavsiye ediyorum.

Not: Gazete okumayı (Birgün hariç) ve televizyonda özellikle haber programlarını izlemeyi de bıraktım. Fatih Altaylı ya da Taha Akyol gördüğüm yerde kusasım geliyor artık.

Not2: Netten oynanan Web-based oyunları da bıraktım. Daha önce Ogame ve Popomundo ile ilişkim olmuştu. Bir süre kaptırdığım Travian’dan sonra bulaştığım Hattrick ve yiğenimin tüm ısrarlarına rağmen hiç bulaşmadığım Ikarıam’dan da tamamen uzaktayım. Farmville mi? Olm benim hakiki ormanım tarlam var, deli miyim sanalıyla oynuyum?

Not3: Hala GNU Backgammon, GNU Chess ve Poker TH oynuyorum ve zaten onların Ubuntu için özel package’ları da var.

Not4: Yazının başlıkla ilişkisini haftaya açıklarım, ya da bayramdan sonra yazarsam bir iki şey o zaman da gönderebilirim.

04 Eylül 2010

Bono'dan gelecek fayda Allah'tan gelsin


Yıllarca dünyanın siyasi "ali-gıran-baş-gesen" görevi üslenen U2'cu Bono'nun kısa zamana kadar boykot ettiği Türkiye'ye gelmeden önce yaptığı açıklamaları gelince yapacaklarının "teminatı" olarak gören bazı "Özgürlükçüler" şimdiden, Başbakanla görüşecek Bono'nun hangi konulara değinmesi gerektiği hususundaki görüşlerini açıklamak için basın toplantıları falan düzenliyorlar...

Bir de bana blog yazdığım için "mal" muamelesi yapıyorsunuz. İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi sivil toplum örgütleri resmen "Yüreğimiz yanıyor Bono kardeş, kurban olayım bize bir çare" demek için basın toplantısı düzenledi...

Bono "Konstaniopol" dedi diye faşist sloganlar atacak değilim. II. Meşrutiyet dönemindeki resmi yayınlarda "Konstantiniyye Matbuasında neşredilmiştir" yazısını gördüğümden beri de, günümüz "Osmanlıcılarının" bu "Since 1453" takıntısını anlamakta zorlanıyorumm. Daha yüz yıl önce, o çok sevdiğiniz sadaret makamı bile payitahta "Konstantiniyye" diyormuş arkadaşım. Yüzleşin artık bu hakikatle.

Bununla birlikte, Bono nam kişinin Türkiye'deki özgürlük/adalet/eşitlik sorunlarının çözümü için Başbakanla görüşecek olması kadar trajikomik bir şey duymadım da görmedim de... Söz konusu problemler ve çözümleri olduğunda Bono ve Sayın RTE için benim aklıma daha çok, "Al birini vur ötekine" atasözü haklılık arzediyor.

Ne diyelim, İrlanda'da doğdu/AKP'li oldu/Helal olsun sana/Paul David Hewson (Bono'nun gerçek adı)

Bu arada Bono'nun, dünyanın her yerinde sermaye sahiplerinin ve milyarlarca dolarlık fonları yönetenlerin resmi yayın organı olma görevini üslenen ve her zaman ana akım kapitalist düzene eklemlenmek isteyenlerin ilk referansı olan Forbes'un ortaklarından olduğunu da bilmem hatırlatmama gerek var mı?

03 Eylül 2010

Boykot terimleriyle konuşmak


İktidar partisine zaman zaman taaruzlarda bulunduğum blog'da ister istemez antipatik görüntü sergilediğimi biliyorum. Genel düşüncem itibariyle sadece mevcut iktidarın değil tarihte Türkiye'de iş başına gelmiş tüm iktidarların "muktedir" olmaktan fersah fersah uzakta olduğunu belirtmiştim bir kaç kez.

Gevurun "Men behind the courtain" dediği, bizde de "Birileri düğmeye bastı" şeklinde cereyan eden hadisenin akla ne kadar yattığını başka zaman (askerden sonra mesela), başka bağlamlarda ve kendi meşrebimce yazarım yine... Ama hadise doğrudur: Ülkeyi yönetenler ticaretlerinden bekledikleri verimi alamayınca hükümete bir referandum sipariş ettiler, belki işler düzelir deyü...

Taslağı hazırlayan AKP'nin evet propogandası, ana muhalefet CHP'nin hayır propogandası her yerde boy gösteriyor. Bir de sırf AKP'ye gıcıklık olsun diye hayır diyen MHP ile, sırf CHP'ye gıcıklık olsun diye evet diyen eski devrimci/yeni liberaller güruh var.

"Kürtler'in Türk anayasasına oy vermesi imkansızdır" diyen BDP'nin boykotunu bir kenara bırakıyorum... Referandumu sadece referandum olduğu için boykot eden kimse yok. Muhtar seçimi için verdiği oy hariç sandığa gitmeyen Barış Uygur'a selam ederek şu notu düşmek istiyorum ki; bilhassa referandumun demokrasiyle alakası olduğunu kimse iddia etmesin.

Demokrasi teorisine göre; "... her insan kendisi için en iyi olanın ne olduğunu bildiğine göre herkesin başta kendi kaderini sonra da içinde yaşadığı toplumu yönlendirmeye hakkı ve yetkisi olmalıdır. Modern çağın gereklilikleri bir çok alanda uzmanlaşma ve işbölümünü gerektirdiğinden, herkes yönetimin belli basamaklarında kendine uygun bir alanda işgöremeyeceği için, belli aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla bürokrasi basamağındaki kademelere getirilecek olan yetkililer halk tarafından seçilir. Böylelikle halkın kendini yönetmesi eylemi gerçekleşmiş olur."

Bu teorinin herhangi bir yerinde "yasaları da halk yapar, o kadar işinin arasında devlet yönetmeye hakkı yoktur ama anayasa gibi önemli bir metni de hemen aradan çıkarıverir, ne olacak ki" diye bir ifade gördünüz mü?

İşte onun için sandığı BOYKOT edin. Yasa yapma işini de işi yasa yapmak olanlara bırakın.

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası