10 Aralık 2007

Sözlerini bilmediğim halde söylediğim şarkılar

Sessizlik bazen şarkı söylememekten olur bazen de yeni doğan güne söylenecek şarkının olmamasından

Gece çöktükten sonra çaresizsiniz: Elinizde yalnızlıktan başka bir şey kalmaz. Bir iki ses daha duyulur, sonra bir bakmışsınız onlar da kesilmiş. İşte o an bir korku kaplar içinizi, o korku hiçlikten çıkan bir korku mudur, bırakalım bunu Heidegger konuşsun, ama çok iyi bilirsiniz ki, ne kadar basit ve yalın bir adam olursanız olun sizin de bir vasiyetiniz vardır öldükten sonraki dünyayı biçimlendirmek için. Ve her ne kadar yaşarken dünyayı değiştirmekten aciz olduğumuz halde birilerine bir vasiyet bırakıp arkamızdan bizim beceriksizliklerimizi kapatmalarını istiyorsak da, bu bizim kibirimiz değil kusurumuzdandır -- Değil mi ki faniyiz, insanız; o halde yerle bir etmeliyiz kendimizi. Neticede kimseye kendi cenaze törenine iştirak etmek nasip olmayacak, o zaman hayatın kendisini kabir azabına çevirerek başlayalım işe...

Ne dersiniz, hoş olmaz mı?

Yarın yada başka bir gün, sabah erkenden kalkıp işe / okula / sevgilinizin yanına gideceksiniz. Gittiğiniz yerdeki insanlar elbette sizin en az bir özelliğinizi beğenmeyecekler. Gül kokan ananız bile "yemek yedikten sonra bulaşıkları yıkamamazlık etme, e mi oğlum?" diye nasihat vermiyor mu size....

Kendinizde beğendiğiniz bir çok özelliği başkalarının beğenmediğini fark edeceksiniz. Prensipleri olan adama acıyan filozof gibi, ben de tercihler yapan adama acıyorum işte: Senin sokakta attığın adım bile, başkalarının adımlarının yanıda "sürünerek ilerlemek" gibi kalıyor.

Sen zavallı kaybeden, üstüne ne giysen, saçına hangi jöleyi sürsen, koltukaltına hangi parfümü sıkarsan sık, sen ezilmiş yitik, sen asla onların beğenisine nail olamazsın.

İşte bu idraktır bizi vasiyetlere sığınmaya iten.

Bu dünyada ne yaparsak yapalım, dünyanın inadı inattır, kıçı da iki kanattır. Seni asla sevmez. Sen günahkarsındır daha doğuşunda, gerçekten de dünyadaki insanların yarısına tekabül eden bir nüfus, günahlarından arınmak için daha doğduklarında meshedilerek yıkanıyorlar. Sen onların arasına karışıyorsun işte, dini akidende meshile vaftiz edilmek olmasa da kusurlu ve günahlı kabul ediliyorsun.

Toplumun ne dışına atılıyorsun bütün bütün, ne de istediğin adam olabiliyorsun.

Seni seven arkadaşlarına gerektiği gibi ilgi gösteremiyorsun. İstemeden onlardan uzaklaşıyorsun, kendini haklı çıkaracak bahaneler de buluyorsun bu ayrılıklar için. Ya da bazen arkadaşlarından birini biraz fazla sevdiğini sandığın için, onun sevme dediği birini sen de sevmiyorsun, ne büyük kişiliksizlik.

İtiraf et, ben de bunu yaptım, öyleyse sen de yapmışsındır. Ben, sevgi dolu benken, üç kuşaktır aile namı "hoşgör" olan benken bunu yaptıysam, sen kim bilir ne pisliklere batmışsındır. Günahkarsın, zavallısın, aşağsın, bayağısın !!!

Oysa senin sevmekten ödün verdiklerin kimi zaman seni gerçekten sevmiş de olabilirler. Bunu anladığında, bunu fark ettiğinde yıkılırsın işte --- ben yıkıldıysam sen de yıkılırsın.

Hayatta kimse seni olduğun gibi, bütünlüğünde sevmemişken, en çok onlar sana tahammül edebilmiş, en çok onlar seni gerçeğe en yakın nisbette sevmiştir. Sen tam hödük olduğun için anlayamazsın, anladığın zaman kendine itiraf edemezsin zaten. Sen onları görmezden gelirsin, sonun da terkedersin.

(Terk edişler kimi zaman sevgisizlikten, kimi zaman aşırı sevgiden olur. Benimkisi hiç birisiydi, ben başka insanları terk edebilmek için beni seven insanları da terk ettim. İşin kötü tarafı, asıl terk etmek istediklerimden ayırlabilmek için, beni sevenleri de rahatça bırakıp gidebilmem gerektiğinden, kendimi onların beni sevmiyor olabileceklerine inandırdım. Gerçi, ben bütün bu duygusal süreçlerden geçerken iyice ortaya çıktı ki, ben duyguları üstünde çok düşünen, çok kafa patlatan bir geri zekalayım, o adamlar da diskolarda meyve kokteyli içerek sarhoş oldukları eğlence gecelerinin fotoğraflarını facebook'a koyuyorlar. Ancak sonuç şu: Ben her şeyi kafamda kuruyor, sevmek yada sevmemek üstüne kesin sınırlar belirleyip ölesiye ve öldüresi katı pozisyonlar alırken, insanlar seviyor, sevişiyor, koklaşıyor, neticede ben herkese her zaman sevgi dolu olduğumu söylüyorum ancak bu sevgiyi yöneletecek bir sevgi nesnesi bulmaya geldiğinde iş, orada biraz kısa devre oluyorum. İşte benim sevgi dolu olduğum argümanı da bu yüzden koca bir palavra oluyor.)

Terk ettiklerin neticede seni severler yada sevmezler. Bunu asla bilemezsin. Yine de tek bildiğin şudur: Seni bu dünyada anan bile olduğun gibi sevmezken, dostların / sevgililerin bile aslında sana en çok tahammül edebilirken, seni olduğun gibi seven tek bir yer vardır. O da seni olduğun gibi yaratandır.

Yaradandır.

Seni bir tek Tanrı olduğun gibi sever. Günahları aslında ona karşı değil,, dünyaya karşı işlersin - Ve günahkar olmaktan başka alternatifin yok gibidir de. Sen seni asıl sevene dönebilmek, kusursuzca dönebilmek için uğraşır didinirsin, ve işte onun için bu kadar önemlidir öldükten sonra dünyanın ne halde olacağıyla ilgilenmek.

İşte bunun için önemlidir birilerine miras bırakmak.

Hayat boyu yaptığın bütün o şeyler, sadece hayatını sürdürebilmek içindir, çile içinde çiledir hepsi. Oysa bir tek mirasındır seni sen yapan ve milyonlarca yıl geçse bile yeni kuşaklara kendini anlatabileceğin yok.

Bugün bir kadının sevgisini ve güvenini kazanamazsın, hatta sana tahammül etmesini bile sağlayamazsın. Çok istediğin işi alamazsın. Yılda 2 hafta tatil hakkında dilediğin gibi dinlenemez, haftasonları arkadaşlarına vaad ettiğin kadar eğlenemezsin.

Ama ölünce öyle bir vasiyet bırakmalısındır ki, ne kadar eğilip bükülürse bükülsün seni anlatabilmelidir insanlara ve dünyaya.

İşte bunun içindir yaşamak, göğüs gerdiğimiz çileler, içinde sudan çıkmış balık gibi koşturduğumuz hayat mücadelesi bunun içindir: En büyük ve en anlamlı vasiyeyi bırakabilmek için. Çünkü ölünce zaten seni seven varlığa nihayet kavuşacaksındır. Ama arkada bıraktığın bu dünya da seni olduğun gibi bir zavallı saymamalıdır.

Benim dinden, kültürden, hayattan, aşktan, siyasetten, memleketten... Kısaca dünyadan anladığım da sadece budur. Belki de bu, şimdiye kadar ki en "elle tutulur" gündelik hayat teorimdir.

Doğruluğunu sınama şansı ise sizin elinizde.

03 Aralık 2007

Kaynak kodunu görüntüle: A-T-C-G

Söz konusu olan biyolojik yapı olduğunda, evimizi paylaştığımız börtü böcükten zerre farkımız yok. Ey ahali, daha akıllı ve yakışıklı kakalaklarız sadece biz. Bunu aklınızdan çıkarmayın.

Nedir o halde bu tantana? Neyin tantanası olacak, elbette şahsiyetlerin tantanası. Artık sıtkım sıyrıldı, allah biliyor ya... Televizyon'da dünyanın en yalan yarışmalarından birisi yayınlanıyor şu anda. Show TV'deki Acun Ilıcalı beyefendinin sancaktarlığında büyük bir dümen dönüyor, adı da "var mısın yok musun?"

Ben şöylece söyleyeyim, ben böyle bir rezilliğe yokum arkadaşım. Hadiseyi özetleyeyim, eski TV klasiği, rahmetli Cenk Koray'ın meşhur Kutu oyununda olduğu gibi bir kutu seçiyorsunuz, stüdyoda diğer katılımcıların da ellerinde başka kutular var... Kutuların içinde de 1 lirayla 250,000 lira arasında değişen miktarlarda para ödülleri var. Seçtiğiniz kutuda yazan neyse onu kazanmanız garanti. Ancak siz yine de kumar oynayarak stüdyodaki diğer kutuları açtırarak kendi kutunuzda hangi para ödülü olduğunua ilişkin ihtimalleri azaltıyorsunuz. Neticede kutu sayısı azaldıkça hangi para ödülünü kazanabileceğiniz garanti olmaya başlıyor. Bu aşamada, eğer açtırmadığınız kutulardaki ödüllerin düşük meblağlar olması riskinden endişe ediyorsanız, sunucu arkadaşımızın vermeyi taahüt ettiği bir para ödülünü alarak kutudaki ödülden vazgeçme şansınız var. Eğer kutunuzda büyük bir rakam varsa da aldığınız şey aslında para ödülü değil baba oluyor...

Buraya kadar, ne yapalım, böyle dandik bir oyun, diyebiliriz. Demesine deriz de, arkadaşım o stüdyodaki katılımcıların dümenden halleri, kolpa üzüntüler ve çakma sevinçler nedir öyle? Bir iki kere izleyip görmeniz gerek, anlatmakla olmaz... Yarışmacının seçtiği kutulardan birinden büyük meblağ çıktığında o kutuyu seçmiş olan katılımcıların üzüntüsü... Yani neden üzülüyorsunuz ki, ne diye bu kadar yıkılıyorsunuz ey arkadaşlar... Arkadaşın kutusundan 125,000 lira çıkıyor, eleman yarışmacıya o parayı kazandıramadığı için üzülüyor, ağlıyor, feryat figan, ağıtlar... Yahu içinde 125,000 olan kutuyu ona zorla sen seçtirmedin ya, eleman gitti kendisi senin önündeki kutuyu söyledi... Sana ne, sen sıran gelince şanslı olmaya bak.

Ha, bir süre aynı mekanı paylaştığın birisinin oyunda büyük ödülü kaybetmesine üzülürsün de, yani salya sümük ağlayıp "ben sebep oldum" dümenine yatmanın olayı ne?

Sahiden olayı ne? Ben cevabını biliyorum olayının ne olduğunu: Role Playing Game !!!

Katılımcıların ve yarışmacıların stüdyodaki aşırı rahat tavılarına bakın. Katılımcıların renkli kişiliklerine bir bakın, Türk toplumu için yadırganacak ilişkilerini inceleyin. Tıpkı bir amerikan yarışmasından yada amerikan aile dizisinden fırlamış gibi. Gerçi bunda yarışmanın konsept olarak amerikan kaynaklı olmasının payı var da, Türkiye gerçekten de rahmetli Özal'ın gösterdiği hedefe durmadan yürüyeceğine and içti de ne zaman küçük amerika oldu diye sorası geliyor insanın.

Kendi hesabıma, katılımcıların oyuncu yada en azından anlaşmalı çalışan elemanlar olduklarına eminim. Eğitimli, kültürlü ve karakter sahibi bir insan olarak ben stüdyoda bir yarışma programı esnasında alt tarafı önümdeki kutuları kaldırırken şakkadan konuyla ilgili bir atasözü yada veciz söz hatırlayıp bunu başarıyla, tonlamalara falan dikkat ederek paylaşabilecek biri değilim. Benim yapamayacağım şeyi oradaki o insanların yapabilceğine inanmamı beklemeyin lütfen (2000 kitap okudum, onların yarısı kadar mı aforizma bilemeyeceğim yani... come on maaaan diyesim gelir...)

Oradaki insanlarla biz, sokaktaki kediler, börtü böcük, hepimiz aynı protein çiftlerini paylaşıyoruz, kromozom sarmalları karman çorman oldukça ortaya daha karmaşık ve gelişmiş bir canlı çıkıyor sadece, hepsi bu. Ne Adnan Hoca'nın kitaplarındaki gibi, hamam böceğinin hayatından etkinelerek burada ilahi bir yan bulmak akıl karıdır, zira bu natüralist düşünce en ilkel şaman yada pagan dinlerinden bile önceyken, totemist bir argümanken bugün islamcı bir tarikat tarafından kullanılıyor olması bile yeteri kadar komiktir, eski Mısır'da böceklere ibadet edildiğini hatırlayalım... Ne de, ilkel yaşam formları yanında biz insanların başardığımızı iddia ettiğimiz insanca gelişmeleri övünç ve böbürlenme kaynağı yapmak akıl karıdır...

Unutmayın, belki piramitleri inşa eden de insandı ama bu Var mısın yok musun dümenini icad eden de öyle... Bir büyük mimari eser, bir dolandırıcılık ve yalancılık kumpanyası... Söyler misiniz bana, hangi hayvanın kendi türüne karşı bu kadar şarlatanca bir tutumu olmuştur?

23 Kasım 2007

Bir Varlık Sorunu olarak insan -- Bilim/Fantastik Kurgu türü edebiyattan öğrenebileceklerimiz

İnsan'da en az iki yön görüyorum. Bunlarda birisi, biyoloji biliminin konusu olarak insan, yani homo sapiens; öyle ki bu türden bir varlığın neliği hakkında şüpheye yer yoktur, onun sadece var kabul etmek ve bu gerçekliğe karşı, kaba bir deyimle, pozisyon alarak kendimizi savunmamuz icap eder.

Savunmak derken aşırıya kaçmıyorum: Evrende bir tür canlı gösterin ki varlığı yada yokluğuyla başka türden canlıların varlığı yada yokluğunu etkilemesin. Gerçi aynı durum söz konusu olan cansız varlıklar olduğundan da kimi zaman doğrulanabilir, ancak canlılara göre, hele de insana göre cansız varlıkların olumsallığı şüphe götürmez olduğundan bu kategoriyi ihmal edebiliriz.

Durum buyken, en basit bir yaşam formu bile daha karmaşık yaşam formlarının varlığı üzerinde tesire sahipken, bir çok yanıyla en karmaşık canlı olan insanın bu tesirde payına düşenin daha çok olduğunu söylemek kimseyi şaşırtmaz.

İşte bunun için, biyolojik bir varlık olarak insana karşı savunmalıyız kendimizi: O değil midir kendi yarattığı "hava sahası" kavramını ihlal ettiği için "düşman" uçaklarını düşürmekten çekinmeyen... Hayatta kalması söz konusu olunca biyolojik insanı herhangi bir yırtıcan ayırmaya yardımcı olacak olan şey nedir?

Burada devreye insandan diğer yön giriyor: İnsanın hiç bir bilimsel açıklamaya yer bırakmayacak kadar "bireysel özgünlüğü". Şu var ki biyolojik özellikleri karmaşıklaştıkça tüm canlılarda bireysel özgünlüğün belirginleştiğini, hatta en karmaşık seviyelerde bireysel olarak bile tutarlılık arz etmeyecek kadar raslantısal bir özgünlüğün görüldüğü iddia edilebilir. Bununla birlikte, tüm canlılar içinde en anlaşılmaz türü içi sosyalleşme örüntülerine sahip olan varlık insan olduğuna göre, ve henüz biyolojik açıklamalar bu duruma yeterli argümanlar sunmadığına göre, insanını ve sadece insanın bu yanını, bilim dışı bir yan, insana özgü bir yan, üstelik insan türüne genellesek bile tek tek insanlarda imaresini ancak silik olarak görebildiğimiz bir yan olarak kabul etmemiz gerekir.

Bu yan bir "bilim insan hakkında ne diyorsa, onun dışında kalan her şey" yanıdır insanın, insanın adeta bir corpus dei halidir, tüm varlıklar içinde tanrı kavramını bildiğine emin olduğumuz tek varlık insan olduğuna göre, en azından kavramsal düzeyde insan bunun yaratıcısı olarak onu vücuda getiren şey olmuştur ve belki böylece tanrı ancak bir vücut bulabilmiştir: Yine de akılda olmalı ki bu "tanrısal vücud" ne eski Yunan'daki Zeus itikatına, ne de Hristiyan düşüncesindeki "Tanrı'nın Oğlu İsa" itikatına göndermedir. Bu düşünceyi ortaya atarken ben hala insanın tanrıdan bağımsızlığını kabul ediyorum, ancak tam tersine Tanrı'nın insana bağlılığını ortaya atıyor gibiyim. Bu iddia ile varmak istediğim nokta şu: İnsan olmasaydı eğer, Tanrı diye bir varlığın var olduğundan söz etmek mümkün olacak mıydı?

Bu düşünce "ateistçe" midir? Kimilerine göre öyledir, yine de önyargılara ara vermenizi tavsiye ediyorum. Buradaki ilahi zorunluluk bir ilahi yasalılık fikrinden yola çıkmaz, yine tamamen, deyim yerindeyse, keyfidir; Tanrı'nın keyfine göredir. Gerçi böyle söyleyerek dini inancı biraz gayri ciddi bir havaya soktuğum muhakkak. Ancak çoğu zaman, özellikle Kur'an'da da gördüğümüz "Eğer Allah isteseydi her şeyi bambaşka yaratabilirdi" argümanına bütünüyle uygun. Yine de tanrıyı yaramaz bir çocuk olarak görmek isteyenler var olduğu sürece, insanın bu corpus dei yönünü ateistçe olarak görmek isteyenler de olacaktır.

Bunu düşünenlere şunu söylemeliyim, insanın Allah'a muhtaç olduğu kadar Allah'ın da insana muhtaç olduğu düşücesi yeni bir fikir olmadığı gibi, geride bıraktığımız yüzyılın insanlarını ateistliğe sürüklemek için icad edilmiş bir karşı misyonerlik tezi de değildir. Bunun da bir tür dini inanç olduğunu düşünerek hoşgörmek mümkün, bir Allah'a tapınma bunda da var ancak diğer dini itikatlara göre buradaki tanrı tek bir yönüyle biraz zayıf kalıyor.

Bizi bir açmaza sürükler bu durum, ve bu da tamamen insandaki bu iki farklı yönden çıkmaktadır. İnsanın homo sapiens yönüyle ilgili bilgi birikimimiz gün geçtikçe artıyor ancak yine de insanın kainattaki en büyük tüketici olarak yaşamasını ve kainatı sömürmesini engelleyemiyoruz. Öte yandan bazı bilgiler corpus dei yönünündeki gizleri açığa çıkardıkça, insanın ilahi yönündeki çıkmaz daha da karmaşık bir hal alıyor.

Edebiyat çağlar boyunca siyaset tarafından sakıncalı görülmüş, tarih boyunca edebiyatçılara, ozanlara muhalif damgası yapıştırılmış ve bir cadı avının nesnesi olmak zorunda bırakılmışlar. Ancak her çağın edebiyatında da, en az bir yönüyle çağının hakim düşüncesiyle münasebet görmemiz kaçınılmaz; kimi zaman onu yaratarak ve kimi zaman da yıkarak...

Bununla söylemek istediğim şey, yıllardır açıklığa kavuşması anlamında bir arpa boyundan daha fazla mesafe kat edilmemiş olan insandaki ilahi yön karmaşasına çözüm arayışı bilim ve felsefeden olduğu kadar edebiyattan da gelmiş -- en azından gelmiş gibi görünmüş. Ancak hiç sonuç alınamadığı da ortada. Edebiyatçılar genelde taraf tutmuşlar; onlardan yol göstermeleri ve tarafsız olmaları beklenirken.

Çağımızda ise edebiyat bir sektöre dönüştüğünden içimiz rahat. Bunun sebebi şu, artık sanat bir ticaret olduğu için, içinde tartışmalara doğrudan taraf olacak materyal sayısı ya çok azaldı yada değeri bakımından fakirleşti, ancak sanatın adeta günlük bir etkinliğe dönülmes (casual) ile onu dışarıdan bir gözlemci gibi izleyerek ondaki insan emarelerini bulma şansımız da arttı. Artık bir edebiyat eserinden, tıpkı gündelik bir kişi-kişi ilişkisini izlediğimizde faydalandığımız gibi faydalanmak mümkün. Edebiyatın değerini düşürürken çelişkiyi çözüme kavuşturmak adına olumlu bir gelişme olmuş kapitalizm. Hepimizi yıkıma götürmeden bir çözüm bulsak iyi olur.

Burada, bu noktada, hiç bir tarafı tutmayacak ve tutarmış görünse bile kurmaca bir tarafı tuttuğu için sahici sayılamayacak bir edebiyat türünden; Bilim/Fantastik kurgu türünden yeterli ölçüde faydalanılmadığı izlenimini taşıdığımı söylemem gerekiyor.

Bu eserlerde çoğu zaman sıkıcı derece tasvirler kullanılır, yada hiç bir şey detayıyla anlatılmayarak uydurma bir evrende, bu dünyada göremediğimiz gerçeklik koşullarındaki insan davranışları hızla birbiri ardına sıralanıverilerek bu koşulların gerçek olduklarına inanmamız amaçlanır: Büyü yapan insanlar, ışınlama cihazları, evrenin sınırlarına yapılan uzay seyahatleri, ruhlar ordusunun ülkeleri istila etmesi... Bunlar içinde bulunduğumuz evrende gerçekleşmesi söz konusu bile olmayan şeylerse de, bu eserleri okuduğumuzda bize inandırıcı gelirler, çünkü oradaki kahramanlarla yada olaylarla münasebetimizde aslında çok yakından tanıdığımız bir şeyi buluruz:

İnsanın insana özgü yönlerini, corpus dei yi.

Şimdiye kadar bu türden edebiyat, insanların zihinlerinde yada sinema perdesinde çok ışıltılı ve renkli izlenimleri bıraktığından, ticarete alet edilerek suistimal edildiyse de, derinlemesine ve amaçlı bir incelemeyle en kötü örneklerinden bilen istifade ederek çelişkimizi çözmeye çalışamız mümkün.

Dahası; tıpkı Schopenhauer'ın idealinde düşlediği gibi, tamamıyla bir trans halindeki sanatçının yarı bilinçsiz olarak kaleme alacağı bu türden eserlerin yardımıyla genişleyecek olan araştırma alanımız sayesinde çözüme ulaşmamız daha mümkün olacaktır.

Her halükarda, şimdiye kadar görmezden geldiğimiz ve çocukça bularak küçümsediğimiz fantastik/bilim kurgu türünün kurtuluş ümidimiz olduğunu, olabileceğini aklımızın bir köşesine yazmamızda fayda var.

Çok mu "wishfull-thinkin" yapıyorum? Belki, ama blog mesajıyla da olsa sesli düşünemeyeceksem, ne işe yarar ki düşünmek?

21 Kasım 2007

Haftanın Oyunu: Age Of Empires III: The Asian Dynasties

Bekledim bekledim, Microsoft ne vakit Age Of Empires III'ten de yağ çıkaracak dedim, beni mahçup etmediler, hiç geciktirmeden ikinci eklentiyi çıkardılar. Warcraft III oynamaktan sıkılanlar varsa, Total War'un multiplayer kısıtlığından yakınan varsa, Company Of Heroes yada World In Conflict oyunlarını bilgisayarlarınız çalıştırmıyorsa, buyurun AoE3:TAD



Ha bu arada, Empire Earth III'e de haksızlık etmemek lazım. Empire Earth serisinden nefret edenler de varsa (bakınız ben :p), AoE her zaman güzel bri alternatif.

Oyun hakkında biraz daha detaylı bilgi arayanlar,
PCOyun.com'daki yazımı okuyabilirler.

24 Eylül 2007

Haftanın Oyunu: Company Of Heroes: Opposing Fronts

bu hafta içinde, relic'in company of heroes genişleme paketi opposing fronts satışa çıkıyor. hepimiz mutlu muyuz? ben çok mutluyum doğrusu. henüz coh'ta fazla bir ilerleme kaydedemedim ama, of'nin çıkmasıyla birlikte biraz yol alacağımı umuyorum.



yukarıdaki video sizi tatmin etmediyse eğer, bir an önce torrent arama motorlarına koşunuz... zira blogdan torrent linki vermem durumunda google amca beni cızz yapabilir. yapmaz diye rahat davranmamak lazım.

relic / thq / company of heroes / opposing fronts (2007)
reyting:
 4/5 

20 Eylül 2007

12 Dev adam dedik, laf yarıda kalmasın...

Önceki yazıda başlık olarak kullanınca okuyucum kıllanmasın, 12 dev adam dedim ama doğrusu ne yüzümüzü bir türlü güldüremeyen genç arkadaşlarımızı ne de kenar yönetiminde federasyona çok fazla da yüklenmek istemedim kimseye. Neden öyle olduğunu bilmiyordum, neden yüklenmek istemediğimi anlayamıyordum... Kendilerinden şampuan beklediğimiz adamlar bize sabun köpüğü bile veremeyince çok kızmam, köpürmem gerekirdi halbuki.

Olay, netivede yada klasmanda (yada istatistikte) bitmiyor ne yazık ki... Türkiye takımı, turnuva boyunca Litvanya'nın bir maçta yaptığı kadar asist yaptı ancak. 7de1 yani. Pekiyi, o takımdan Saruman'ı (Jasikevicius) çıkarınca ne oluyor... Ne olacağını söyleyeyim, bizim takım yeniyor onları... Geçen sene Japonya'da yendiğimiz gibi. Saruman olmadan olmuyor demek ki. Bu işler böyle.

Yani olay neticede değil, oynanan oyunda. Bilgisayar oyunları çıktıtan sonra herkes bir süper insan oldu ki, aman aman diyeyim ben. NBA 2007'de ters smaç basan herkes, Tanyeviç'e ana avrat gitmeye başladı. Hayatlarında tek basketbol antremanı izlememiş adamlar... Bir insaf edin.

Habertürk'teki yayında Murat Didin ve Mehmet Baturalp, Tanyeviç'i eleştirirken ne kadar üsluplarına dikkat ediyorlar... Bir de gazetelerdeki spor yazarları... Amanın diye kalıyorum. Amanın.

Bu durumda, acaba aşağıda benim saydırdığım Emre dorğusunu mu yapıyor o kol hareketiyle... Kendimizi önce el aynasında görmeden neden dev aynasına çıktığımızın cevabını bulursam Emre ikilemini de çözerim diye düşünüyorum. Ne mi demek istiyorum.

Almanya ve Slovenya mağlubiyetlerinin ardından öyle büyük bir çöküş yaşadı ki Türkiye Basketbolu, bunu da öyle bir hezeyan ve utanç içinde ifade etti ki, sağda solda tevede gazetede, vaziyete hasbelkader şahit olan meselâ kimi Kanadalılar merakla yanındakilere sormuş olabilirler mi, Türkiye'nin basketbolda hangi yıl Dünya şampiyonu olduğunu, yahut Olimpiyat ikincisi?.. Miami Beach'te uydudan kanalları zaplarken şans eseri bir İspanya 2007 programına denk gelip mola veren basketbolsever bir Hispanik ABD vatandaşı, ola ki Türkiye Milli Takımı yöneticilerinin, oyuncularının ve basketbol gazetecilerinin demeçlerinden fırlamaca derlenmiş üç dakikalık bir potpuriyi dinlediğinde, merak edebilir mi Türkiye'nin kaç senedir Avrupa Basketbol Şampiyonası finallerine katılmakta olduğunu, şu ana dek gibi parlak sonuçlar aldığını? Bir an durmaz mı insan; bu dövünen hangi şampiyon?

Batuğ Evcimen -- batug.com
http://www.batug.com/evcimen110907.htm

Böyle başa böyle tarak! Basketbol severlerin Batuğ abisi, durumu çok güzel anlatmış diye düşünüyorum. Kendisinden önce 3 adam sakatlanmasa All-Star'a gidemeyecek, o şartlarda gittiği maçta bile en çok 5 dakika bir süre alan Mehmet'i "ulu Memo" reklamlarında oynattın. Sürekli Nowitzki'yle karşılaştırıp durduğun Hidayet, bir Bentley araba aldı diye çocuğu görgüsüz ayı ettin. Ne olacaktı ki bu takımın alacağı derece o vakit. "Gara gaşına gurban olam İbraam, at şu karpuzları da şampuan olam" diye turnuva mı olur? "Kurban olam ayına yıldızına" diye milliyetçilik nasıl olursa, o kadar olur.

Kötü örneklerle o kadar beynimiz sulandı ki... Bir şey olması gerektiği gibi işleyince yadırgıar olduk. Cumhurbaşkanı Sezer'in makam aracı kırmızıda durduğunda, Sezer ve eşi Ankara Real markette sıraya girip beklediğinde olay oldu... Abdullah Gül köşk'e çıkar çıkmaz gazatelerde tartışma başladı: "Gül, kırmızı ışıkta duracak mı?"

Geçen hafta sanırım BJK'nin bir golü yenmiş... Buz gibi golü vermemişler... Ben hakemden daha iyi bilmem tabi, hele pozisyonu da hiç görmedim ama, saniyede karar vermek durumunda olan hakem hata da yapabilir, lafım olmaz. Rakip takımın teknik direktörü Aykut da "pozisyon goldü" deyince bizim spor medyası bu açıklamayı "Aykut'tan fair-play dersi" diye verdi...

Fair-play, adı üstünde, dürüst oyun demek. Yani oyun içinde olan şeyin adı olur fair-play. Basın toplasında olan şeye olsa olsa "dobra" denir, fair-play denmez. Aykut hoca, maç içinde yan hakeme gidip, "ben gördüm gol oldu" dese, o zaman fair-play olur; ama sorarım size bu ülkede hangi gazeteci Aykut hocanın arkasında durur da Aykut hoca takımdan kovulmaz... Çünkü, işsiz kalmamak, aç kalmamak için, kimse Aykut'a bir daha iş vermez, iki kere iki dört! Bir tek gazeteci hesap sorar mı o zaman, "Türk futbolunun en centilmen isimlerinden birinin dünyaya örnek olacak fair-play davranışı cezalandırılmamalı" diye? Türkiye'de hem de...

Fair-Play görmek isteyen, hemen alttaki haberdeki youtube videosunu iyice izlesinler...

Bu arada... Emre'nin kolu da, gerekçesi ne olursa olsun, kabul edilebilir bir davranış değildir. Herkes adaletini kendisi mi araycak bu ülkede? Hem de yeni bir anayasa hazırlanırken... Ama, biz ulusça, yasalılık nedir, anayasa düşüncesi ne demektir gibi soruları sormadık, cevaplar vermedik ki.Bundan değil mi başbakan'ın, anayasa taslağını eleştiren rektörlere "rektörler işlerine baksın" demesi... Rektör'ün işi okul kooperatif ihalesi yapmak çünkü... Tövbeler olsun!!!

Fair-Play dersine uyanamayanlar vs. 12 Dev Adam

Bizim milli takım, İspanya'da "sıfır çekti" ya, herkes ağzından köpük saça saça birilerine sövüyor.

Ülkemiz spor yönetiminde (basketbol takımının teknik yöneticilerini de kast ediyorum elbette ama daha çok idari anlamda spor yönetiminde...) durumun analizi yapıldı mı acaba bizimkiler sıfır çektikten sonra...

Aklıma gelmişken bu "sıfır çekme" tabirine de itirazım var; elbette başarının en belirgin ölçütü galibiyet / mağlubiyet oranı ama bu oranı veri kabul edip başarısızlığı utanç kaynağı olarak görme ve gösterme takıntısının çok derinlerde yatan bazı psikolojik sorunlara işaret ettiğini sanıyorum.

Bakın sadece kaybetmeye verdiğimiz "utanç" tepkisiyle değil; kazanmaya verdiğimiz "karakterimizi temize çekme" tepkisiyle de bu psikolojik sorunu ele veriyormuşuz gibi geliyor bana...

Hatırlayalım; basına göre geçen yıl Japonya'da "destan yazmıştık." Nasıl destansa o, 5 galibiyet 6 mağlubiyet...

Ama durum buydu, geçen seneki takım kaybederken bile, ortada keyif veren bir mücadele vardı, uğraşa didine kaybediyordu takım... Sonuç olarak ne yaptık; o performansı analiz etmek yerine "Şehit analarına armağan ettik."

Kazanma ve kaybetmenin ruhumuzun derinliklerindeki "psché"miz üzerindeki arındırı etkisiyle tuhaf bir esriklik haline geçtik... Bu arada şahadet mertebesini de ucuzlaştırarak... Ama ne gam, kazandık ya; haklıyız!

Onun yerine oyuncuların annelerine armağan etseydik, hiç olmazsa çocuklarının başarılarını sahiplenmiş olurlardı. Böyle olunca, uğraşa didine kazandıkları dereceleri de ellerinden alınmış oldu.

Leicester City ile Nottingham Forest arasında oynanan Carling Cup maçında olan hadiseyi duydunuz mu bu arada? Geçen ay ilk devreyi Forest 1-0 önde kapamışken, Leicester'lı Clive Clarke'ın kalp krizi geçirmesi üzerine maç tatil edilmiş ve tekrar oynanmasına karar verilmişti.

Buraya kadar hikayede anormal bir şey yok. Bundan sonra olan ise ilginç: Maç "kaldığı yerden oynatma" değil "tekrar etme" ile başlayacağı için skor 0-0 olacak; yani Forest'ın attığı gol boşa gidecekti. Leicester, tekrar maçının başında, rakbin gol atmasına izin vererek, oyuna 1-0 önde başlamasına, yani ilk maçtaki skora erişmesine imkan tanıdı.


Bunu da anladık diyelim, haydi oyuncular falan böyle bir iyilik yapmayı kararlaştırdılar..Forest yöneticilerinin açıklamalarını okuyalım bir de... 


"Leicester'ın böyle bir jest yapmasını beklemiyorduk; çünkü ilk mçata 1-0 öndeyken; maç tekrarında skorun 0-0'a getirilmesinden ötürü kendimizi haksızlığa uğramış hissetmiyorduk..."

Bu cümleyi Türkçe'ye çevirelim: "Golümüz iptal edildiği halde haksızlığa uğradığımızı düşünmüyoruz..."

Anlamadığım şey şu... Atatürk'ün çok bilinen sözlerinden birisidir; "...sporcunun 'zeki, çevik ve ahlaklı' olanı..." Bütün okulların spor salonlarında yazar. Gerçi 2002 sonrası yaşanan bu büyük "Atatürksüzleşme" sürecinde o yazılar kaldırılmaya başlanmış olabilir; bilemiyorum.

Kurucu önderi sporda "ahlak" öğesini öne çıkarırken, yazılı basında en çok gürlen haberler şunlar oluyor:

1) "30 cm geride ofsayt çaldı, golümüz iptal edildi, hakksızlığa uğradık, mağduruz..." çirkefliği
2) "3 maç kaybeden X-takımı/Y-sporcusu gelmiş geçmiş en pespaye takım/sporcudur" çirkefliği
3) "İte kaka da olsa kazandığımıza göre kesin süperizdir; o halde bu galibiyetleri hemen onu başaranın elinden alıp milli duygu ve değerlerimize tahvil edelim" çirkefliği

Bir de şu Leicester ve Forest'li oyuncu ve yöneticilerin bakış açısını düşünelim, ahlaka bakın, zekaya bakın. Çevikliği nasıl ölçeriz bilmiyorum, bizim TFF 2.Lig (yani adı 2 ama kendisi 3 olan lig) takımlarıyla bir maç yapsınlar, anlarız...

İsviçre maçından sonra çıkan olaylar nedeniyle aldığımız cezadan ders çıkarırız diye umarken, Avrupa'daki bazı futbol maçlarından sonra bir takım olumsuzluklar yaşanınca; "Bakın orada da oluyor işte, haçlı FIFA/UEFA hep Türk/Müslüman hatalarını görüyor" şeklinde anlaşılabilecek yorumlar yaptı ülkemiz spor yöneticileri...

Yönetici dedim ama, neyi yönettiklerini anlayamıyoruz: Son 2 uluslararası kupa finaline katılamayan futbol takımının nesini yönettiler, 6 senedir hep "bu kez madalya alırız" diye gidip sıfır çeken basket takımının nesini yönettiler, dopingli çıktığı için 2 sene ceza aldıktan sonra, hiç yarış koşmadığı halde sakatlanan ve 2007 şampuanasında köpük bile olamayan Süreyya'nın nesini yönettiler...


Bende de kabahat var; ülkenin aydınlanmasını ve çağdaşlaşmasını analiz etmeye; bunu da bilim, sanat  ve spor alanındaki gelişmeleri incelyerek falan yapmaya çalışıyorum.

Çağdaşlaşmayı, "En çağdaş yöntemlerle barbarlaşma alanında yarışmak" olarak anlayan bu yöneticiler için, 18. asırda Kant'ın ortaya attığı analiz - sentez kavarmını, eleştiri kavarmını anlamalarını beklemek de benim saflığım.


Yönetici mi?

Sığırım olsa başına çoban diye koymam ben bunları...


İlave Okuma Ödevi:
  • http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=11208326
  • http://www.spor3.com/haber.php?haber_id=282962
  • http://www.cnnturk.com/DUNYA/haber_detay.asp?PID=319&HID=1&haberID=392354

19 Eylül 2007

R.I.P Colin Mc"Crash"

Haberim olmasına vesile olan, Codemaster ekibinin web sitesindeki haberdi... Colin McRae, Codemaster oyun yapım şirketinin geçtiğimiz yıllarda bir seri şeklinde piyasaya sürdüğü çoğu WRC temalı yarış oyununa ismini vermiş, kendisi de projenin gelişimine bilfiil iştirak etmişti.

1990 ların genç ve çocuklarının, söz konusu otomobil yarışları olduğunda 3 ilahı vardır: Didier Auriol [ 1 ] [ 2 ], Carlos Sainz [ 1 ] [ 2 ] ve McRae [ 1 ] [ 2 ] [ 3 ]...

Colin hakkında yazılacak çok şey var, ama benim gözüme ilk çarpan şey, babamın vefatının birinci yıl dönümünde hayatını kaybetmiş olması... Bir de, geçtiğimiz yıllarda Paris - Dakar rallisine, süspansiyonları sertleştirilmiş bir Nissan Pick-Up ile katılmış olması.

Aklıma ister istemez, bir isim benzeri, Conrad McRae [ 1 ] [ 2 ] geldi. Kendisi, yıllarca Türk basketbol takımlarında görev almıştı, sokaktan getirdiği hırsıyla oynadığı bütün takımlarda taraftarın sevgilisi olmuştu, atletik yetenekleriyle de rakibin hayatını karartmıştı. EuroStars maçında topa blok koymakla yetinmeyip pota çemberine blok koyması, bu hareketi esnasında el parmağını kırması ama maça o şekilde devam etmesi, Conrad deyince akla gelen en güzel anlardan birisidir...

İki McRae'nin kaybı da dünya sporu için sarsıcı... Conrad'a da çok üzülmüştüm, Colin'e de çok üzüldüm... Genç yaşlarında aramızdan ayrılan bu iki isme de acizane saygıylarımı sunuyorum.

08 Nisan 2007

Pantolunu gösteren ütüdür... Kadını gösteren yerlere değinmek istemiyorum...

Hayatınızı zenginleştirmeye bilahare devam ederim efendim... Bugün, yıkanırken aklıma gelen bir kaç parça fikriyatı neşredeyim. Fazla vaktinizi almamak gayesindeyim. Konumuz ikili ilişkiler, mevzubahis ikilden birisinin er kişi diğerinin hatun kişi olduğu, şeren de münasip münasebetleri kast ettiğim hakikatini ısrarla ifade etmek isterim.

Er ve hatun kişilerin ilişkilerinde, sezgim odur ki, müşterek bir hayat kurulacaksa eğer elbette, erkeğin en büyük vazifesi "hayır" demektir. Hatta, erkeğin "hayır" demek haricindeki tek görevi malumualiniz kocalık vazifesini yerine getirmektir, başka da işi yoktur. Kadının işi o kadar kolay değil, bir kere ailenin bütün geçim kaynaklarından en yüksek nisbette randıman almak, herşeyi herkesin hayrına kullanmanın yolunu bulmak, komşu ve eş dosta karşı aileyi temsil etmek, varsa çocukların boklu donu dahil evdeki her bireyin kendilerine yetmedikleri her işte gerekli boşluğu doldurmak; tüm bunların yanı sıra bir çok aile için (benim ailem için öyle değildi) yemek bulaşık ve temizlik gibi ev işlerini üstelik tek başına yapmak... Saymaktan yoruldum bile.

Hakikat odur ki; bir erkeğin sadece hayır demesi kâfidir, temsil; "Bey, bu eteği giyebilir miyim?", "Annemler yemeğe çağırdılar, gider miyiz?", "Annenler yemeğe çağırdı, gidecek miyiz?", "Kardeşime para lazım, bir beşyüz verir misin?", "Eltimin kaynı kooperatife girecekmiş, 36 ayda teslim 120 ayda ödeme, biz de girelim mi?" kavlinde sorulara erkeğin derhal ve tereddütsüz vereceği "hayır" cevabı, bir kadın-erkek münasebeti için erkeğe düşen en büyük vazifedir.

Bu görevin basitmiş gibi görünmesine aldanmayın! Bedenen son derece kolay, zahmetsiz bir iş de olsa, irade olarak zayıf kimslererin altından kalkabileceği bir iş değildir "hayır" demek. Hatta çoğu kişi için de imkansızdır.

Daha ilgiye haiz bir diğer yönü ise, bir kadın erkek münasbetine başlamak için genelde erkeğin öncelikle ilanıaşk etmesinin beklendiği bu türden ilişkilerde, hatun kişinin bu ilanıaşkı reddetmesi riski her zaman er kişi için bir korku ve dâhi tereddüt unsuru olsa da, ilişkinin ilk aşamasında kolaylıkla "hayır" diyebilen kadınların ilişkinin devamında "hayır" demek işini tamamıyla erkeğe devretmesidir. Kim bilir, belki de "en zor 'hayır'ı ben söyledim, bundan sonrakileri sen söyle" demek istiyor olabilirler... Bir er kişi olarak hatunların neyi neden yaptığına dair erkekçce bazı fikirlerim olsa da bunları bütün kadın ümmetine genellememek taraftarıyım da.

Lakin, bir kadın-erkek münsabetinin başlamış olduğunu duyan çiftin yakınlarının neden iyi dileklerde bulunmak için "hayırlı olsun" dediklerini çok iyi anladığımı da seziyorum.

Seni seziyorum, benimle evetlenir misin?

19 Şubat 2007

On numara milliyetçi olmak için herkes Milliyet mi okumalı?

Dün Radikal gazetesinin Cumartesi ekinde yayınlanan "Kaç Numara Milliyetçisiniz" başlıklı araştırmanın sorularından sadece birisine adam gibi cevap verebileceğimi fark ettim. Soru 8: Türk olmanın en güzel yanı ne?

Araştırmada 20 adet soru, rasgele seçilen bir insan grubuna sorulmuş, son derece az sayıdaki deneğin cevapları üzerinden bir ikli paragraflık da bir inceleme yazısı yazılmaya çalışılmış. Bu türden bir soruşturmayı ben bu blog için yapsam önemli iş olur da, ülke çapında üstelik 10 yıldır yayın yapan (gazete için "yayın yapan denir mi acepağ? "Yayın hayatını sürdüren" denebilir ama... Şerh koyalım, araştıralım) bir gazetenin bu kadar "hafif" bir iş yapmasını da manidar bulduğumu söylemeliyim.

Sadede geliyorum: Soru 8 in bence çok bariz bir cevabı vardır. Türk olmanın bence en güzel yanı Türkçe konuşmaktır. Samimi bir dille ifade edeyim, dünya üzerinde bir milyon tane millet yarım milyon da dil var. İçlerinden en güzelinin Türkçe olduğunu iddia etmiyorum, en basit örnekle Arapça gibi bir dilin yanında Türkçe çok güçsüz kalmaktadır.
Açıkça söylemekte yarar görüyorum; diğer güçlü diller (ki Farsça, İbranice ve Yunancayı zikretmeyi uygun buluyorum bu noktada) arasında Türkçe, kanaatim odur ki, Osmanlı'nın 300 yıllık dünya hakimiyetinde bolca Arapça etkisi hatta kuşatması altında bulunmuş olsa bile bu rakiplerini geçmiş, uzak ara fark atmıştır.

Bununla beraber, günümüzde Türkçe dünya dilleri arasında ne bilimde ne sanatta ne de felsefede hak ettiği yeri alabilmektedir. İki sene önce Abdullah Gül'ün, tam da bu duruma dikkat çeken bir "nüktesi" de olmuştu hatırlarsanız, Aralık 2004'te "Artık Türkçe de A.B. dili oldu" diyerek A.B. ile ilgili açıklamasını Türkçe olarak yapmıştı. Hükümeti defaten eleştirdiğimi biliyorum. Dışişleri ise 2000 yıllık "hariciye" Türk-Moğol-Fars geleneği çizgisinde ilerlemeyi sürdürüyor gibidir, ve Abdullah Gül aracılığı ile emin ellerdedir. Daha iyisi olabilir belki, ama yazının konusu o değil...

Kısa keseyim; dünya üzerindeki en "esas"lı lisanlardan birini konuşan bir milledin ferdi olarak, bence bizlerin, hepimzin, televizyonlarda, gazetelerde, radyolarda (radyo mu kaldı desenize) ve hatta internette, Türkçeyi güçlendirmek için neler yapabileceğimizi tartışmamız lazımdır?

Oysa biz ne yapıyoruz? TV lerde, gazetelerde ve hatta internette Tuğba Ekinci'nin "Buzda Dans" adlı gösteri programındaki halini - ahvalini tartışıyoruz. Fenerbahçe - AZ Alkmaar maçını saatlerce tahlil ediyoruz. Kurtlar vadisi dizisi yasaklanmalı diye birbirimize giriyoruz.

Bu memlekette aydın kalmadı dediğim zaman bana kimse kızmasın. Bir tane, açık söyleyeyim, tek bir tane aydın kalmamıştır. Daha da kötüsü, yenileri de yetişmemektedir.

Ülkenin içine el birliği ile edenlere teşekkür ederiz, kapkaranlık gelecek bizi bekliyor.

Bir dahaki yazımda, "Türkçe'nin reçeteleri olabilir mi" sorusuna cevap arayacağım... Tabii "felsefe çukuru" farkıyla...

14 Şubat 2007

Sevgilimizi Yalnız Bugün Değil Her Gün Sevmeliyiz


Bütün alışveriş merkezleri kırmızıya boyandı; kırmızı aşkın rengi, aynı zamanda öfkenin ve kanın da rengi... Üstelik kırmızı romantizmin olduğu kadar erotizmin de rengi, yani ne kadar aşkın rengiyse o kadar da seksin rengi... Sevgilisine kırmızı renkli, iskambil kağıdındaki kupa biçimde yastıklar alan bir er kişi sıkıyorsa bu hakikati dile getirsin bakalım... "Erkeklerin de aklı başka bişiye çalışmaski"... Ah be güzelim, o "ki" yi bari ayrı yaz...


Merak ediyorum, acaba gerçekten birileri şu alışveriş merkezlerindeki "günün anlam ve önemine" (!!!) uygun dekorasyon çalışmalarını yapmasa, herhangi biri sevgilisine hediye almayı yine de unutur mu? Yoksa şöyle mi sorayım, acaba bu dekorlara bakarak sevgilisine hediye almayı hatırlayan kaç kişi vardır... "Yarabbi... Her yer kırmızıya boyanmış, ama fakat hatuna bıngızı don almayı unuttuk"

İlkokulda zaar, önemli günler ve haftalarda kompozisyon yazılırdı; "Öğretmenizi hergün sevmeliyiz", "Annemizi sadece bugün hatırlamak olmaz", "Babam beni her gün dövüyo ama yine de ben onu her gün sevmek zorundayım", "Vakıflar bankasına sadece vakıf haftasında değil her hafta para yatırmalıyız" gibi son derece basit temalara sahip olurdu bu kompozisyonlar. Nedeni basit; 9 yaşında bir dimağ daha ne kadar orijinal olabilir ki? Onun için yepyeni bir fikirdir bu "Annemizi hergün sevmeliyiz" fikri. Üstelik bir isyandır da, "evet anneler günü var ama o gün olmasa da ben annemi severim ki" demektedir bu sabi. Muhalefeti ve mukayeseyi öğrenir, daha doğrusu keşfeder... Bugün eğlenceli bloglar yazan bir çok bloger'ın mazisinde bir "annemizi her gün sevmeliyiz" kompozisyonu vardır.

Vakıa, sevgililer günü diye içimize işleyen bu alışveriş manyaklığının aslında bir Hristiyan azizinin "sömürülmesi" olduğu da gözden kaçmamalıdır; tıpkı kendi noel bayramlarını da sömüren Amarigan gabidalizleri gibi, Aziz Valentin'in de sömürülmesi söz konusudur bu anlamlı günde... Dindar bir adamın, bir ermişin bir Aziz'in alışverişle ilişkilendirildiği böyle bir günü kutlamak da bana kapitalism karşısında yenilgiyi kabul etmek gibi geliyor.


Aynı hissi gerçi ben Şeb-i Aruz törenlerinde de yaşamaya başladım... Gittikçe çığırından da çıkmakta bu kutlu tören. Filhakika, her nerede bir "muhafazakar" iktidar hükümet etmekle meşgulse, orada sanki bu kutlu gelenekler "popülerlik" kazandığından, günümüzün tüketim dünyasında gayriihtiyari alışveriş bombasına dönüşmekte. Kendi kutsallarına bunu yapanların kendilerine verdikleri isim "muhafazakar" dır, binaenaleyh bu tarz muhafakarlığın alaşağı edilmesi gerçekten bir şeyleri muhafaza etmek isteyenler için en büyük ödevdir.

Daha önce defaten dediğim gibi, "Edeb Ya Hû"

09 Şubat 2007

Yeni Çağın Eğlence Kültürü

Aklımda bir çok düşünce var. Hangimizin yok ki? Yine de benim, aklıma gelenleri sizlerle paylaşma imkanım var... İnternet sayesinde. Artık herkesin her konudaki fikrini (sanki lazımmış gibi) öğrenir olduk. İnternet Mahir'in "Welcame to my page I kisss yuo" şeklindeki sitesiyle başladı herşey. Rengarek bloglar ile devam ediyor.

O kadar çok görsel çeşitlilk türedi ki, kimse yaptığının görsel olarak tatminkar olmadığının da farkında aslında.

Televizyonlar bir dönem dünyanın en büyük eğlencei oldu. Halen de bu özelliklerini sürdürüyorlar. Ancak internet yarışta öne geçmeye başladı bile.

İnternet teknolojisi hem alıcı hem de verici olmamıza müsade ediyor. Bu sayede önce web siteleri devamında bloglar ile başlayan, işin "kendisi ifade etme" kısmı giderek mp3 shoutcast, podcast ve skypecast sistemlerine dönüştü. YouTube sayesinde de videocast ile tanıştık.

Tüm bunlar size de biraz korkutucu gelmiyor mu? Sürekli gelişen teknolojiler vasıtasıyla ürünler fiyatları giderek düşüyor. Her eve bilgisayar girmeye başlıyor. Bilgisayar alana web-cam ücretsiz veriliyor. Böylelikle her evde hem alıcı hem de verici olan bir teknolojik alet kendisine yer buluyor...

Bir kaç defa tekrarladım, yine tekrarlayayım mı? "Hem alıcı hem verici..." Bu tıpkı... Evet bu tıpkı, George Orwell'ın 1984 'ündeki hem alıcı hem verici tele ekran konseptine benzemiyor mu?

İnternet henüz "big brother watches you" diyecek kadar gelişmedi elbette. Komplo kurmaya gerek. Ancak günün birinde o noktaya ulaşbileceğini iddia etmek de bence artık hayal değil.

Yeni çağın eğlence kültürüne hepiniz hoş geldiniz o halde

07 Şubat 2007

Yeni Seçenekler

Google'ın blogger'ı ilhâk etmesinin ardından yeni bir yapılanmaya giden ve bir süre beta yayınını sürdüren blogger faaliyetleri, beta yayının bitmesinin ardından esas yayına başladı - web sitesinde logonun yanındaki beta ifadesinin de üstü şirin bir biçimde çarpıyla çizilerek bu durum kullanıcılara duyurulmuş oldu.

Buna ilaveten, yeni blogger blog hesaplarını google hesaplarıyla ilişkilendirmeye pek bir hevesli olduğundan ve google toolbar gibi bir eklentinin varlığında bana oldukça zor anlar yaşattığından ben de yeni sisteme geçmeye karar vermiş bulundum.

İlk izlenimim; yaşanılan küçük gelişmelerin oldukça sepmatik sonuçlar doğuracağı yönünde... Yeni etiket (label) uygulaması artık köşeli parantezde etiket belirleme afacanlığımı gereksiz kılacak. Ayrıca bir çok farklı yayın ve görsel seçenek de blog kullanıcılarını mutlu edecektir.

Netice, bir süredir pek bir şey yazmadığım blog'a belki bu vesileyle bir iki satır bir şey karalama fırsatı da bulurum.

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası