15 Kasım 2011

Hayvan ticareti deyince anlaşılması gerekenler

Kurban bayramı bahanesiyle bir çok hayvan hikayesi dinlediniz ama bu seferki konumuzda hayvanlarda sadece ardalan oluyorlar... Gelin sizlerle bugün, benim "Amerikan-bakış-açısı" demeyi tercih ettiğim (bitişik-çizgili yazıyı kasten kullandım) ikiyüzlü ve çelişkili olguyu inceleyelim. Bunu yapmak için Slavoj Zizek, Noam Chomsky gibi meşhur kalem efradını ya da Antonio Negri gibi çok meşhur olmayan ama kalemlerle daha haşırneşir olmuş insanları irdelemeye gerek yok...

Hikayemizi Discovery Channel üzerinden pekala yürütebiliriz.

Discovery Channel'de izlemekten haz duyduğum programların başında Deadliest Catch geliyor. Bering Denizi'nde yengeç avıyla iştigal eden üst-ortasınıf Amerikalıları anlatan bir reality show. Yayın ekibi doğrudan avcı gemilerinde kayıt yaptıkları için, mesleğin zorluklarını birebir yansıtmayı gayet iyi başaran bir program olduğunu söylemeliyim. İşin içine yayıncılık hilesi hiç katılmıyor diyemem, ama mizansen ile hakikati birbirinden ayırt etmekte zorlanan bir insan olmadığım için o kısımları da gösterinin bir parçası olarak kabul ediyorum.

Pek sık izlemediğim bir başka Discovery programıysa Whale Wars. Başında bir Kanadalı aktivisitin yer aldığı gönüllüler gurubu, Pasifik'in güneyindeki soğuk denizlerde balina avlayan Japon gemileriyle, kendi ölçeklerinde savaşıyor. Gemilere yumurta atıyorlar, ağlarını yırtıyorlar, telsiz frekanslarını bozuyorlar... Bu tür gerilla işleriyle uğraşıyorlar. Pek sonuç alamadıkları aşikar ancak küresel anlamda balina avcılığına karşı bir bilinç gelişmesine katkı yaptıkları da kabul edilmeli...

Şimdi... Çelişkiyi görebiliyor musunuz? Amerikalıların bayıla bayıla yediği konserve yengeç eti için avcılık yapan arkadaşların hayatı "Zor şartlarda balıkçılık yapan orta sınıf emekçilerin, çile ve yorgunlukla ve hatta cesaretle ördükleri hayatlarından kahramanca kesitlerin yansıtılması" olarak anlatılarak programa dönüşürken... Bütünüyle aynı işi yapan Japonlar "Balina avcısı aşağlık Japon pislikleri" olarak yorumlanarak ekrana yansıtılıyor...

Neden? Amerika yengeç yemeyi seviyor ama balina yemeyi sevmiyor diye... Yani Amerikalıların sevdiklerini onlara verirseniz kimi öldürdüğünüzün önemi yok, kahraman oluyorsunuz. Başka ülkeden birileri için bir iş yaparsanız, hele işin içine azıcık da olsa "kan" girerse barbar oluyorsunuz.

Hani okyanus ötesindeki arkadaşlarına teşekkür etmeyi çok seviyordu ya birileri... O arkadaşların meşrebi bu işte... Onların meşrebi öyle olunca bizim de peşrevimiz böyle oluyor haliyle... Ama dinleyene elbette...

08 Ekim 2011

Sizin ticaretiniz ne, onu bir anlayamadım ki ben...

Medyanın dayattığı hayat tarzına tepki göstermek öyle popülerleşti ki, artık o naif tepkisellik bile kurumsallaştığından adeta bir "karşı devrimcilikle" mücadele etmek zorunda kalıyor. Neo-Con örgütlenmeler iktidarları bir bir ele geçirirken, mecburiyetten bir "neo anarchy" düzeninin oluşturulması kaçınılmaz oluyor. Ama "örgütsüz toplum" bilinçlendikçe ister istemez örgütleniyor ve anarşist kanaat önerlerinin "demagog evangelistlerden" farkı olmamaya başlıyor.

Kısaca özetlersek; muhalifler öyle iyi örgütlenmeye başladılar ki, artık "muktedirlermişcesine" rahatsızlık veriyorlar ortalama insanlara...

Ama tüm bunlar olurken, yurt genelinde ve okyanusun öte tarafında iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini Illimunati'nin şeytani emellerine alet ediyor. Ve fakat, memleket entelejansiyasında genç yaşında ölen şarkıcıların trajedisine üzülenlere "Şehitlere üzülsene gevurun esrarkeşine üzüleceğine" diye tepki göstermek insani olarak görülürken; benzerleri gibi ucuz işgücü ve sendikal hakların alaşağı edildiği köle düzeni çalışma koşullarını sağlayan ülkelerdeki tapon/fason üreticilere 50$'a ürettiği telefonları 1000$'a satan kapitalist amcalar bir anda "Hayatımızı değiştiren insan" olarak göklere çıkartılıyorlar.

Sermaye düşmanlığı yapmayalım. Kirleri pislikleri kazımaya başlasak, sendikasız/sigortasız işçi çalıştıran mahalle fırını da masum değil; Apple gibi bir firmanın Foxconn üzerinden trilyonlarca kar sağlamasına yol açan piyasa dinamiklerini de Steve Jobbs icat etmedi. Ama "Kör ölür badem gözlü olur" misali, konu hakkında bilgi sahibi olan olmayan herkesin, en nihayetinde de Türk Devleti'nin tüzel kişiliğini temsil etme görevini üslenmiş en üstdüzey kişi olma sıfatıyla Cumhurbaşkanı'nın methiyeler düzmesi de azıcık "eğreti duruyor" sanki... { by Abdullah Gül via Twitter }

Amerika'nın en kurnaz tüccarlarından birisini "Steve Reyiz" yapmanın alemi de yok; adamı "Deccal" ilan etmenin de kimseye faydası yok. Bir orta yol hiç mi bulunmaz bu memlekette?

05 Ekim 2011

Kendimden alıntılar #3

- Sosyal medya çok tartışmalı bir olgu. Sektörün piri elbette facebook, ama onun da kendi kendisinin ipini çektiğini görecek kadar ilerlediğine göre, sosyal medya çoktan sıfırı tüketmiş demektir. İnternette sadece okuyucu olmadığımız günlerin tarihi 15-20 yıl geriye gidiyor, facebook'un ise daha 10 yıl bile olmadı. Bu hızlı tükenme neden acaba? (Kesinlikle google+ ile bir alakası var...)

- Şikede son durum ne? Allah aşkına biri söylesin, şikede son durum ne? Ne güzel gümbürtüye getirdiniz mevzuyu; en son kulüplerin tamamına yakını "Şikede ligden düşme kaldırılsın" dedi, nefis oldu ortam. Her işimiz yalan!

- Taşrada kitap bulmak cidden zormuş. Bu yaşımdan sonra yüksek lisansa başladım ama kitap sıkıntısı çekiyorum. Kütüphaneler kısmen yardımcı oluyor ama onların patladığı yerde internet tedarikçilerinden satın almam gerekiyor. O konuda da teslimat sıkıntısı yaşanıyor. Taşrada kitap arayanlara Allah kolaylık versin.

- İnciSözlük'ü seviyoruz sevmesine de, İnsanlığa Lanet olmamış. Türkçe'ye hiç hakim değilmiş kitabı kaleme alanlar ama 6.45'in bu durumda redaksiyon/editoryal işinde özenli çalışması gerekmez miydi? (İsimler üzerinden eleştirmek istemiyorum; iyi editlenmemiş diye editöre kabahat yüklemek değil niyetim. Bilakis, hiç editlenmemiş ki... Bağlaç ve eklerin yazımları bile yanlış... Sana puanım 6 kanka, o da kanka değil de panpa kontenjanında zaten...)

şiirket #8

umutsuzluğum
yaşadıklarımdan değil
isteyip de yaşayamadıklarımdan
ve bir de can sıkıntısının
kuruntusundan

5 Ekim 2011

28 Eylül 2011

Ben sevmiyorum ama sen seviyor musun sanki

Sözü fazla uzatmayım. Daha önce belirttiğim üzere futboldan hazetmiyorum. { via Adıyla Müsemma } Bu durumu tekrar tekrar kafanıza kakacak değilim. Zaten güreş, basketbol ve snooker { via Yahoo } haricinde hiç bir spordan da çok keyif almıyorum. Ama taraftarlığım bakidir. Liverpool taraftarıyım, çok aykırı durumlar haricinde Türk takımlarının her birinin ve hepsinin üzerinde destekliyorum Liverpool'u. Ayrıca Sakaryaspor'u da gazetecilikten kalma alışkanlıktan çok tuhaf bir hemşehrilik bağıyla destekliyorum. Örneğin şu an TRT Spor'daki Akhisar - Sakarya maçını seyrediyorum. (Ders çalışmaya ara verdim)

Ama futbolla ilişkili diğer yazımda değinmediğim bir konunun farkına vardım bu maçı seyrederken. Taraftarlar sporsever değil, futbolsever hiç değil. Aslında maça gidenlerin hiç biri sevmiyor futbolu. Benim kadar bile sevmediklerine yüzde yüz eminim. Onlar sadece çocuksu bir taraftarlık hissiyle stadyuma gidip bağırıp çağırıyorlar; ya da futbolun toplumun şuuruna kanırtıla kanırtıla sokulan öneminden ötürü, istemsizce futbola ilgi duyduklarını sanıyorlar. Yani o maçı izlemezlerse önemli bir toplumsal olay hakkında fikir sahibi olamamaktan korkuyorlar. Olduğundan daha mühim sandıkları için ilgileniyorlar futbolla...

Nereden mi anladım bunu. Dinleyin: İzlediğim maçta, dakika 30. Akhisar içerde 1-0 öne geçmiş. Cılız ataklarla rölantiye almış, idare ediyor. Deplasmanda oynayan Sakarya, ortadan delemediği zaman kanattan, o da olmazsa doldur boşaltla ne yapıp edip kaleye gitmek istiyor. Derken bir korner oluyor. Altıpasın hemen dışında kafalardan seken top, Sakarya'nın ileri uç oyuncularından birine kaleye sırtı dönükken ulaşıyor. Oyuncu gerçekten harika bir refleks ve koordinasyonla, heyecan verici bir rövaşata şut çekiyor. Yakın direği yalıyarak kaçıyor gol! Girse Youtube'de milyonlarca tık alacak bir pozisyon yani...

Ben bile evde izlerken ana avrat küfretmekten alamadım kendimi...

Ama sahadaki taraftarların hiç ilgisini çekmedi bu pozisyon. Akhisarlıların da Sakaryalıların da... Maçın başından beri davullar çalınarak ve hayvanca bir coşkuyla böğürerek takımlarını sözde destekliyorlar. Ama davul ritmleri ve bağırışlar hiç değişmiyor. Toplu bir uğultudan başka bir şey değil. Sahada ne olursa olsun hem de. Bu harika pozisyon ve kaçan golde ne Sakaryalılar ah vah edip hayıflanıyor, ne de Akhisarlıların "yüreği ağızlarına geliyor." Davul gümbürtüsü hiç değişmeden devam ediyor. Sanki sahada hiç bir şey olmamış gibi.

Demem o ki, futboldan hazzetmemek konusunda yalnız değilim. Bir ikinci lig maçına gidecek kadar, hem de 500 kilometre deplasmana gidecek kadar "fanatik" taraftar olduğunu iddia eden bir çok insan da sevmiyor futbolu. Sadece stada gidip bağırmayı seviyorlar. Durum budur.

26 Eylül 2011

Kitap aldığımda çocuk gibi seviniyorum

Fazla uzun uzadıya yazmayacağım bunu: Geçen hafta sipariş ettiğim kitapların ilk partisi elime geçti. Kargo şirketinin sanki ilelebet açılmaması için özenle paketlediği kutuyu açarken büyük bir heyecan ve mutluluk duydum. 28 yaşında bir adam olarak, hala bu tarz çocukça bir neşeye gark olabildiğimi görmek iki sonuca varmamı sağladı. (1) Gri ve tozlu bir dünyada kalesine kapanmış boya kalemi reklamı prensi olmayacağım garanti; çünkü içimdeki çocuk hala yaşıyor ve (2) kitap aldığımda çocuk gibi seviniyorum.

Yağmurun maffettiği hayatçıklarımız

Bağışlanmayı dilemiyorum ama yağmurun azizliğine uğradığım için daha karmaşık oldu her şey. Açıklayayım; etrafımda olup biten ve denetimimin kabil olmadığı hususlar arasında elbette iklim olayları da geliyor. Kabul ediyorum, hayatımda bir ara iklim olaylarını kontrol edebildiğime inanmıştım. Bu akıl almaz şizofreniye nasıl "hasıl" oldum ve sonra nasıl kurtuldum hatırlamıyorum. Hatırladığım buna yürekten inandığım ve saçma+sapan tesadüfleri de buna kanıt olarak gösterdiğim.

Ama geçen hafta yağan yağmur sadece sokaklarımızı (ve yağmur damlalarıyla romantikleşen yüreklerimizi) ıslatmadı; sel olup sevdiklerimizi alıp götürmeyi de becerdi.

"Altyapı belediye iktidar yatırım" zırvalıklarına artık daha fazla itibar etmek istemiyorum ben. Yeni bir yola girdim; onu da sonra anlatırım - ki o da denetimim dışında cereyan etmiştir - ve kendimi yolda yürümeye sevketmek için en azından ilk günlerde iklimin benden yana olmasını istemek sanırım "aşırı" beklentiyle yüklenmek olmazdı. Bazı şehirleri yıkayıp temizlerken yağmur belki de sırf ben burada yaşıyorum diye benim hayatımı mahvetti; düzeltiyorum: MAFFETİ!!!

Bu yağmurdan sonra artık blog yazamam diye düşünüyorum { via selveryıldırım@thumblr }

12 Ağustos 2011

Tatil ne güzel... olur, eğer yapabilsen...

Yapamadım dersem Allah hesap sorar, bu sene de tatil yaptım arkadaşlar. Düşmanlarım çatlasın, hergün 5 kilometre yüzdüm yine... Ama şu var, askerden yeni gelmiş ve bolca zamanı olan bünye şöyle aralıksız bir 3 ay tatil yapmak istiyor ama bu fırsatı iş-güç, master başvurusu, annenin göz ameliyatının 2 kere ertelenmesi, eve giren hırsız (evet, bu sene de böyle bir atraksiyonum oldu) gibi sebeplerle ıskalıyor. Tatilde miyim, mesaide mi? İnanın dün gece uyumadan önce kendime bu soruyu sordum, cevap veremedim...

Ancak siz bu satırları okurken ben yaz için yaptığım planlanmış tüm işlerimi bitirmiş ve eylül ortasına kadar, en azından şöyle bir 3 hafta kesintisiz Ayvalık'a gitmiş olacağım. "Nihayet!!!" dediğimi duyar gibi misiniz? Diyorum aslında, duymanız lazım...

26 Haziran 2011

Gücü reddederek güçlenmek #1

Haklarınız mı gaspediliyor? Yalnız değilsiniz. Yazılı tarihin bildirdiği kadarıyla insanlığın en büyük ızdırabı hakkın güç ile ilişkili olarak tanımlanmasıdır. Şu kadarı açık ki, 19. asırda başlayan "İnsan hakları" ya da onun arkaik temeli olan "Hümanizm" düşüncesi bile gücün hak üstündeki tahakkümünü kıramadı.

Hala insanlar hak ihlallerine karşı mücadele etmeye çalışıyor ve bir çok kurumdan yardım arıyor. Ama onları üzecek bir haberim var: Örgütlü toplum denen zırvalık da aslında tahakkümün temize çekilmesi, zalimin elinin temizlenmesinden başka bir şey değil.

Hiç bir sendika sizin haklarınızı koruyamaz. Hiç bir siyasi parti özgürlüklerinizi size iade edemez. Hiç bir toplumsal dayanışma örgütü kendinizi gerçekleştirmenize yardım edemez. Hiç bir devlet kurumu da korumaz sizi.

Hatta başta devlet ve şirketler bürokrasisi olmak üzere bütün kurumlar; sendikalar, partiler ve sivil toplum örgütleri de sizi yolmaya ve sömürmeye uğraşır. Hepsi bunu reddeder ama son tahlilde yaptıkları budur.

Bu dünyada kurulan hiç bir mahkemenin size hakkınız verme gücü yoktur. Mahkemeler de ipleri egemenlerin elindeki bir "Meşruiyet kazandırma sahnesi" olmuştur ve dünyevi muhakeme yeteneklerini iktidarın tahakkümüne kurban etmişlerdir.

Uhrevi muhakeme meselesiyse vicdani olmaktan ibarettir: Kanıtlara bakılacak olursa tecelli etmesini beklediğimiz ilahi adalet 15 asır kadar gecikmiş gibidir. Mantık bize ilahi adalete güvenmememizi söylüyor. Buna rağmen vicdanınızın sesini dinleyip gökten inecek bir kurtarıcının sizi dertlerinize karşı olan savaşta destekleyeceğine inancınızı sürdürmek istiyorsanız, siz bilirsiniz.

Bizimse yapacak işlerimizi var. Madem bu düzeni gücün hakla paralel gideceği koşullar çerçevesinde kurdular... O halde bugünkü haksızlığımızdan kurtulmak için önce güçsüzlüğümüzden kurtulmayla başlayacağız işe...

Sonrası kendiliğinden gelecektir zaten.

Kendimden Alıntılar #2: Hayat telaşından ıskaladıklarımız

Bu ıslığı çalamıyorum! O topa giremiyorum artık! Zevkle tırmanıp çıktım camdan tahtıma. Nereden bilirdim kırılmasın diye inmeye bile cesaret edemeyeceğimi.

Hayatın sıkıntı veren yanlarıyla mutluluk veren yanlarını farklı kefelere koysak (ve tabi üçüncü kefeyi görmezden gelirsek) {via Adıyla müsemma} gayet huzurlu bir "dengesizlik" kurduğumun farkındayım. Dünyada bir yerlerde, kendilerine nasihat verilmeden doğru yolu bulamayacak bir yığın insan olduğunu gayet iyi biliyordum, mesele onlarla muhatap olmak istememekti. Şimdi nedense, twit yaza yaza fil dişi kuleden nasihatler dağıtan iki yüzlü amcalar gibi oldum. Ama eğer iki yüzüm olsaydı, şu da bir gerçek ki, neden ikincisini kullanmayacakmışım?!

Hayat telaşına kapılmışlığım falan yok! Hiç bir şeyi ıskalamıyorum. Öte yandan siz belki de yeğeninizin üniversite sınavı heyecanını, komşunuzun bebeğinin ilk adımlarını, bahçede yumurtlayan serçeleri; karşı dağa yağan bahar yağmurlarını, rüzgarda savrulan meyve ağacı dallarını falan ıskalamış olabilirsiniz. Ama şunu bilin; her sabah belediye işçileri güne ortalık aydınlanmadan başlıyor ve siz ıskalayın diye gerçek hayatın ta kendisi olan kurumuş yaprakları, kaldırım kenarındaki çöpleri, yolda arabanın altında kalmış kedi leşlerini itinayla toplayıp yok ediyorlar.

Kendi hayatınızı kaybettiğinizde çok şey kaybeceğinizi sanmanız da bundan işte. Çürüyüp toprağa karıştığınızda oysa, aslında hiç bir şeye sahip olmadığınızı anlayacaksınız. Dingin hayatımı görüp "Şimdi seni daha iyi anlıyorum" diyen arkadaşlarım gibi.

Ne yani!! Buraları bırakıp insan içine mi çıkayım?! Yok canım, daha neler :)

03 Haziran 2011

Kendimden alıntılar #1: Askerlik biterken

- MicroBlog sıkıntısı çekiyorum. Kepin emdiğini söylemiş miydim? Farklı okazyonlar vasıtasıyla farklı kişilere muhakkak söylemişimdir de, blogda da bir kez daha yinelemek lazım, kep emiyor. (Hatta bunu bir blogpost ile sabitlemek lazım! Lazım!!!) Neyse, kep emdiği için az yazıyorum diye blogspotu bıraksam mı dedim. Ama microblog olarak Twitter çok mikro kalıyor, wordpress de aşırı blog olduğuna göre... (ve blogspot da iyiden iyiye ağırlaştığından) "Acaba thumblr mı denesem?" dedim. Sonra da boşverdim. (Bu konuyu da kepin etkisi geçtiğinde ayrıca irdelerim ama) Microblog nedir arkadaş? Tamam thumblr çok güzel bir görsellik sunuyor da, internette gördüğün fotoğrafları paylaşmaktan ibaret bir mecra halini aldı. Facebook duvarı gibi. Bilgi çöplüğü Version 7.0!

- Kafamı toplayıp okuyamadığımı fark ettim. Evi hafif polisiyelerle doldurdum. Yeniden toparlanana ve kepin etkisi geçene kadar onlarla idare ederim. (Nereden baksan 20 polisiye... 2 ay desen, ayda 10 kitaptan haftada 2,5 eder. Eski okuma hızımın yarısından fazla. Demek ki bu antremandan sonra eski hızımı ikiye katlarsam eder mi sana 40!)

- Razer'ın Starcraft 2 faresi Spectre'den istiyorum. (via Razerzone) Bunun için bağış kabul etmeye bile hazırım. Parasını çıkarmak için bir promosyon projesi falan yürütebilirim sanırım. Yaratıcılık sonsuz nasıl olsa... Kafamdaki öykülerden birini, üşenmeyip yazıp, e-book yaparım. İndirenlerden de "gönlünüzden ne koparsa" diyerek para toplarsam... 2-3 ayda toplarım farenin parasını. O zaman görün siz APM'yi. (via TeamLiquid)

27 Mayıs 2011

Civitas ve Civilization

Keşke kimse özlemese beni... Ama durduğunuz yerde duramıyorsunuz! Yine özlemişsiniz işte. Ben de geldim!

Darılmaca gücenmece olmasın. Kimseyi özlemedim. Hiç bir şeyi. Sadece kendimi özledim. Sivil ve özgür olan halimi özledim. Kendimi "kendim" olarak bildiğim tek halim o çünkü. Ona duyduğum özlemden size yer kalmadı. Aralık'ın 12'sinden itibaren özledim kendimi, daha ilk saatlerden itibaren. Ve özlemim hâlâ yatışmadı...

"Başka bir ben" oldum mu? Başkalaştım mı? Bir sabah uyandığımda kendimi Gregor Samsa'ya mı dönüşmüş bulmalıydım! Dönüşmeli miydim? Onu bilmiyorum ama şunu biliyorum: Döndüm... Dönüşmediysem bile, döndüm. Baş aşağı salkım olup sallanan çiçekler gibi döndüm. Bahar gelince de yeşillendim herkesle beraber. Bu kadarı bana yeter, size de yetsin.

12 Şubat 2011

Asker mektubu, görülmemiştir!

Paylaşacak çok da bir şey yok... Kalemler ve kılıçlar, yerini G3'ler ve M1'lere bıraktı.

Uzun uzun anlatacak ve yazacak kelimeler var ama uzun uzun anlatmaya yetecek zaman yok. Bitinceyse uğruna savaşılacak, savaşmaya değer mücadeleler var. Kurulması zorunlu bir barış var. Uygar olmakla yetinemeyecek, uygarlığa yol göstermeze kendisi de var olamayacak bir düşünce var!

O gün gelene kadar... "Dirsek temas aralığı, hizaya gel! Önündekinin ensesinde kaybol! İleri... BAK!!! Sağ baştan say...."

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası