25 Mayıs 2010

Ya ben lan neyse bi şey demiyorum *** SON DAKİKA

Alt tarafı dizidir, çok da mühim bir mevzu değil. Olsa da olur olmasa da... Mesela ben Ozan'ın ısrarıyla başladığım Heroes boka sarınca da, hapisane atmosferinden etkilenip giriştiğim Prison Break de sıçınca "Ya bi siktir git çay koy kendine" dedim. Çünkü bu dizileri bizim gibi ahmaklar eyleşsin diye çekiyor adamlar, cukkaya bakar en sonunda ki köşe de oldular. Ama çok değişik, beni bile defalarca ters köşeye yatırmış bir dizi olunca insan heyecanla finalini bekliyor.

Şunu da söylemek lazım yalnız...

KRAL ÇIPLAAAAAAK!!!

Hayatım boyunca defalarca kazıklandım ama hiç bu kadar kazıklanmamıştım. Çünkü daha ikinci sezonda boka sarar dediğimizde yapımcılar "Yok lan yazdık biz mevzuyu her şey açıklığa kavuşacak" dediler sonra da son diye önümüze bunu koydular...

Asıl kızma sebebim son bölümü beğenmemem değil, sonun bu olmadığı belli. Asıl kızdığım, bal gibi de son olmayan bu bölümün adını son koymaları.

SON DAKİKA !!!
"Kolaj hamur" ekipmanı (ekip üyesi anlamında... ekip-man) tam olarak benim söylediğim bitmeme hissine ilişkin yukarıdaki video yapmış... Bence olayı tam olarak açıklıyor...

23 Mayıs 2010

Hala anlamadıysanız ben anlatayım: Neye layıksanız ona sahipsiniz

Gençleri görmek istediğiniz hal bu işte:
Sizin savaşlarınız için can verirken...

Dünyada geçmiş kısa ömrümde bir tek gün bile adalet olduğunu hissetmedim. İlahi Adalet'ten bahseder dini bütün kimseler. Allaha şükür benim dinim de sağdan soldan yenmiş değildir ama İlahi Adalet de görmedim ahir zamanımda... Gençken almadığını kocayınca tutma demişler... Bir an önce adalet belirtisi görmezsem adaletin ütopya olduğuna inanmaya başlayacağım.

Bununla birlikte, hayatta kalmaya devam etme pratiğimiz bir postulaya dayanır: Bir hukuk vardır! Nasıl bir hukuk olduğuyla ilgilenmek felsefecilerin görevi, ben de devreye bu aşamada giriyorum. Pozitif hukukçular, doğal hukukçular, rasyonel hukukçular, örfi ve şekli hukukçular... Bir de yeni nesil hukukçular çıktı, evrenin işleme kurallarını kendileri belirlemişler.

Efendim, evrendeki her enerji belli frekansta ortak bir dilden iletişim kurabilirmiş. Yani evrene verdiğimiz mesajı evrenden doğrudan anlar ve bize onun karşılığını verirmiş... Ne ekersek onu biçermişiz; ölümden korkarsak ölürmüşüz, evlenmek istersek İzdivaç programlarına çıkarmışız.

Ben evrenin bu saçma sapan kurallarla işlediğini değil, daha basit bir "insan sarraflığı" ilkesiyle hareket ettiğine emin gibiyim. Bu ilke de başlıkta söylediğim, neye layıksan ona sahipsin ilkesi... Ne bir gram fazlasına, ne bir gram azına...

Sana her anlamda farklılık getirecek, prestij ve yetenek sahibi fertler yerine sana kendini her halükarda kullandırtmaya itiraz etmeyecek elemanlar peşinde koşuyorsan berbat bir işverensin. Hayata vereceğin katkıyı hesap ederek ve tabiatının bahşettiği gayret ve yetenek doğrultusunda bir meslek sahibi olmak yerine, reklamlarda gördüğün her şeyi satın alabilecek kadar para kazanmak için ne olsa yapabileceğine inanıyorsan berbat bir işçisin.

Ve bu dünyayı da, bu memleketi de bu hale siz getirdiniz, ben değil. Şimdi sizin pisliğinizi düzeltme işini bana veriyorsunuz, "Gençler artık yönetimde söz sahibi olsun" gibi şirin argümanlarla...

Yemezler!

17 Mayıs 2010

Ronnie James Dio (1942 - 2010)

Ezbere bildiğim tek şarkısı, Malmsteen cover'ladığından olsa gerek; Cought in the Middle olan Heavy Metal dininin peygamberi Ronnie James Dio ölmüş.

ekşi sözlük'te yakaladığım anlamlı bir quote:

between the velvet lies
there's a truth that's hard as steel
the vision never diesl
ife's a never ending wheel

Şampiyon Onur oldu bence

Futbol'dan anlamadığım konusunda saatlerce konuşabilirim. Herhalde çok farklı bir tecrübe olurdu okuyucu için... Çünkü herkes futboldan ne kadar anladıyğıyla ilgili saatlerce konuşuyor...

Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Hem 2010 Türkiye Kupası final maçındaki performansıyla hem de 34. haftadaki performansıyla Trabzonspor'un genç kalecisi Onur Kıvrak, bu sezon 2 hafta arayla iki kere Fenerbahçe'nin hayallerini yıkarak önce kendi takımına sonra da Bursaspor'a iki kupa hediye etti.

Futbol tarihimizdeki önemli performanslardan birisidir, kitaplaştırılması gerekir. Onur'un başarılarının devamını diliyroum.

15 Mayıs 2010

Kısıtlı internet erişimi delikanlıyı bozar !

Vakti zamanında P2P raconundan bahsettiğimi hatırlıyorum. Demişim ki "...fair-play evrywhere düşüncesinden hareketle, bence memlekette kimse upload hızlarını kısıtlamamalı; elindeki dosyaları kendisine saklayıp paylaşmaktan kaçınmamamlı..." (güzel demişim, beğendim şimdi)

Bu düsturu senelerdir bozmadan takip ettim, p2p ağlarda upload hızımı hiç kısıtlamadım, indirdiğim kadar paylaşmadan dosyaları paylaşımdan kaldırmadım. Anonim internet kültürüne ve dosya paylaşım komünlerine kendimce katkıda bulundum. Kâh dizi seyrettim, kah ülkeye eşşek yükü vergiyle sokulduğu için satın alamadığın oyunları oynadım. Download ettim, upload ettim, korsana can verdim!

Ama daha önce defalarca yazdığım gibi, internet erişimindeki sinir bozucu kesintiler artık beni, uploadları kısıtlamaya sevk etti. Hızları değilse bile paylaştığım dosya miktarını kısıtlıyorum ne yazık ki... İndirdiğim dizilerin son bölümleri hariç hiç birini paylaşmıyorum mesela... Mecburum çünkü ayda 50 lira ADSL parası verip doğru dürüst bağlantı bile sağlayamadığım için, kıt kaynaklardan en yüksek şekilde istifade etmek zorundayım.

İnternetin kısıtlı olması delikanlıyı bozdu netekim... Yine de şahlanıyor aman, kol başının kır atı! (Kel alaka!?)

13 Mayıs 2010

Paragraf iyidir

Bazı arkadaşların, bilhassa bloglarda, paragraftan kaçındığını görüp üzülüyorum. Paragraf açmak, derli toplu yazmanın ilkelerinden birisidir, bunun için daha ilkokulda öğretilir. "Ben uymam aga şablonlara" falan diyenler paragrafa şeklen yaklaşıyorlar ancak okuma ve anlama kolaylığı sağlayan bir modüler yapı olduğunu ıskalıyorlar... Hele günümüzün minimalist dünyasında yazılar konusunda bu modüler yapıyo ne kadar ihtiyacımız var...

Bak, aynı yazıyı bir paragrafsız bir de paragraflı koydum, hangisi güzel?

Tamam, Yılmaz Özdil gibi iki kelimede bir enter tuşuna basmayın ama yazıyı konu bütünlüğüne göre paragraflara ayırmaktan geri durmayın... Yoksa bütün bloglar tanzimat dönemi tefrika romanlarına benzeyecek, demedi demeyin...

Huzuru buldum arkadaşlar, hazır olun açıklıyorum

Bookmark'lardan facebook, friendfeed, twitter ve cümlesini sildim, rahata erdim.

Bakın, denemesi bedava... 1 hafta süreyle internetteki sosyalleşme sitelerine girmeyin... Sosyalleşme ihtiyacı hissettiğiniz zaman, ister istemez insan içine karışacaksınız. Ve gerçek huzuru orada bulacaksınız...

Not: Blog'u silmedim ama bookmark'lardan... Blog ayrı bişey...

07 Mayıs 2010

Aday belirleme sistemi

Türkiye'nin demokrasiyle yönetildiğini sanan, mevcut siyasi düzenin demokrasiyi kurumsallaştırmak ve daha da güçlü yapmak gibi bir hedefi, gayesi ya da en azından temennisi olduğunu sananların yüzünde tokat gibi patlaması açısından...

Siyasi Partiler Kanunu, genel ve mahalli seçimler için aday belirleme sürecinde siyasi partileri kendi tüzükleriyle serbest bırakmıştır. Siyasi partiler isterlerse teamül yoklaması, kamuoyu yoklaması hatta halk oylaması gibi yöntemlere başvurabilirler. Tabii unutulmamalı ki bu türden yoklama ve seçimlerin sonuçları hem yargı denetimine açıktır, hem de yargının vereceği karar bağlayıcıdır...

Bununla birlikte siyasi partiler isterlerse kendi tespit edecekleri listeleme yöntemiyle aday belirlerle. Seçim kanunlarına göre aday gösterilmesine engel olmayan herkes parti listelerinden aday gösterilebilir. Hiç bir demokratik sürece ihtiyaç duyulmaz, parti merkezi (ya da şöyle diyelim, genel başkanı) kimi isterse aday yapar.

Başta büyük kitle partileri olmak üzere, siyasi partiler çoğunlukla ikinci yöntemi kullandığından, demokrasinin şenliği olarak adlandırılan seçimler bile demokratik olmaktan uzaktır ülkemizde... Bunun için de Türk siyasetinde sadaka, rüşvet, haraç ve biat etme başrolleri oynamaktadır.

Bu yöntemlerden en çok "kâr" edenin de siyaseten güçlü olan iktidar partisi/partileri olduğunu söylemek şaşırtıcı olmazdı herhalde, değil mi?

03 Mayıs 2010

Et fiyatı artışları ve et ithalatı üzerine

Geçen sene haberini yaptım. Blog'a yazdım. Dost sohbetlerinde dile getirdim: Et ve Balık Kurumu özelleştirilidikten, şey yani satıldıktan, aramızda yabancı yok işte; peşkeş çekildikten sonra üretim-kesim-dağıtım basamaklarının her biri devlet kontrolünden tamamen çıktı ve özel sektörün, yani Kapitalizm'in ağuşuna bırakıldı.

Kapitalizm denen nevalenin "doğma-büyüme-gelişme" süreçlerini yaşamadan, ülkemin sağ iktidarları tarafından doğrudan "cozutma evresindeyken" ithal edilmesiyle yaşanan gerilim, Özal ile başlayıp Tayyip ile devam eden bir çıkmazdır aslında. Bu bağlamda bizim kapitalizme ilişkin sözümüz yok. Yani var da, nasıl olsa güç yetirmemiz mümkün değil.

Ama ekonomik sistemini tamamen kapitalistleştirmiş yaban ellere baktığımızda, piyasa düzenleme mekanizmalarının (yani meşhur görünmez elin) ne kadar gelişmiş ve güçlü olduğunu görürsünüz. Kapitalizm öncesi Türkiye özelinde, bu denetimi sağlayan kurum Et ve Balık Kurumu idi. KİT olsa özelleştir ama bu bir kurumdu, piyasa mekanizmasının ajanlarındandı.

Piyasayı düzenleyen temel kurumu sattın... Sonuç olarak sektördeki bir aktörü değil piyasanın tamamını satmış oldun.

Kasapların insafına bıraktığınız besi hayvancılığı sektörü ölür. Bunun AB ile yapılan anlaşması, işte ithalatın teşviki falanla da ilgisi var ama sen kendi üretimine sahip çıkmazsan sektör ölür, iki kere iki dört.

Ondan sonra bana gelip vıdı vıdı etmeyin.

'ZAMAN'IN ÖTESİNDEN GELEN EDİT
01.01.2014 tarihli edit: Zaman gazetesinin internet sitesi "Canlı hayvan gelirse fiyat düşer" diye haber yapmış... Şuradaysa Kasım 2010'dan sonra ithal et girişi yaşanmasanın ardından fiyatların ne ölçüde değiştiğini görmek mümkün... İlk "mal" girişiyle piyasa mekanizması fiyatları aşağı çektiyse de "normalleşme" süreci içerisinde fiyatlar daha da yükselmiş... Asıl kritik olan nokta şu: İthal et fiyatları ilk dalgada fiyatları öyle sert aşağı çekmiş ki, yerli et fiyatı ithal fiyatının da altına inmiş... Şimdi bana söyleyin bakalım, bu ithalat kime yaradı, piyasaya mı yoksa piyasaya girmeye çalışan yabancı yatırımcıya mı?

Üniversite nedir?

Dün akşam Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u okurken (Vallaha benim için çalmıyor abi, gavurmuyum ben?) çok melodramik hissedince kısa bir tanım yaptım kendimce. Çok hoşuma gitti, melodramın ne olduğunu bilmeyen birinin ne olduğunu öğrenemeyeceği bir tanım oldu.

An itibariyle Sakarya Üniversitesi'nde bulunduğumdan etrafımda üniversite/kampüs falan var ya... Uğraştım didindim bir tanım yapayım diye ama olmuyor. Üniversiteyi tanımlayamıyorum ben... İki diplomalıyım ama üniversite nedir dersen sözlük tanımı da blog tanımı da yazamıyorum.

En iyisi koyayım götüne rahvan gitsin. Bakarsın başka şeyler tanımlarız, belli mi olur :)

02 Mayıs 2010

Melodram

  1. Eğlenceli mi üzücü mü olduğunu anlamadığınız bir şeydir.
  2. "Ben çok şanslıyım, hayatta hiç 'keşke'lerim yok; 'iyi ki'lerim de yok ama keşkelerim de yok işte" demek gibi bir şeydir.
  3. Romantik komediden çok farklıdır. Rounders'ta son sahnede, Mike profesöre olan borcunu vermesi için Jo'ya parayı teslim etmeye gittiğinde, Jo'nun Mike'a "Call me... when you need a lawyer" demesi, Mike'ın da cevap olarak "I will... And I will" demesidir. (Rounders bir romantik komedi değildir.)
  4. Karl Urban'ın yaşladığını görüp üzülmektir. Gerard Butler'ın yaşlandığını görüp sevinmektir.
  5. Melodram Şevket Altuğ'dur.
  6. Bülent Ersoy melodram değildir (Türkiye'nin en göz önündeki cinsiyet değiştirme hadisesi olduğu halde dram bile değildir). Melodram zaten Bülent Ersoy hariç her şeydir.
  7. Son 10-15 yılda TRT'nin içine girdiği abuk sabuk dönüşüm melodram ya da drama değil, tragedyadır... Tragedya'nın Doğuşu'nu Nietzsche yazdı, ölümünü de ben yazmış olayım: TRT'nin içine sıçtınız olm yaaa

Bunu Okumadan Geçmeyin

Bana inanmıyorsun bari korsana da inanma

Bilişim güvenliği uzmanı falan değilim. Bilgisayar mühendisi ya da programcısı da değilim. Hatta matematiği CB ile, mantığı (beşinci alışımd...

Blogun Kare Ası